Kritik

“Develer Deveyken, Sinekler Sinekken”: Atılgan Masallarında Kötülük

"Atılgan edebiyatı, üstü çoğu zaman örtülen “ortanca oğul”un hikâyesinin üzerindeki örtüleri atıverir. Bu “iç gerçeğin” hikâyesi ise son derece karanlık ve umutsuzdur. Ancak bu umutsuzluk Atılgan edebiyatında trajik bir gerçekliğe tekabül etmez.

"Atılgan edebiyatı, üstü çoğu zaman örtülen “ortanca oğul”un hikâyesinin üzerindeki örtüleri atıverir. Bu “iç gerçeğin” hikâyesi ise son derece karanlık ve umutsuzdur. Ancak bu umutsuzluk Atılgan edebiyatında trajik bir gerçekliğe tekabül etmez. Aksine, cesaretle üstlenildiği takdirde, kişinin kendine dönmesini, kendi bedenini ve onun en gizli, en karanlık taraflarını keşfetmesini sağlar. Bu noktada, “Korkut’a Masal” dünyayı bir umutsuzlukla tanımlayarak onun âdeta maskesini indirir." 

Bilmiyoruz kendimizi, biz bilenler: Bunun da iyi bir sebebi var.

Hiç araştırmadık ki, -nasıl olacak da bir gün buluvereceğiz kendimizi?

 (Nietzsche)

Yusuf Atılgan’ın iki masalının derlendiği Ekmek Elden Süt Memeden’in Can Çocuk baskısının kapağı, çocuk kitaplarının kapaklarında görmeye alışkın olduğumuz biçimde rengarenk ve olağanüstü bir dünyayı tasvir eder. Kitabın içindeki iki masaldan biri olan “Korkut’a Masal”a gönderme yapan kapakta, Korkut’u tıpkı masalda olduğu biçimiyle bir köpeğin sırtında -Sarıbaş- bir yolculuğa atılmışken görürüz. Bu “olağanüstü” serüvene dair Sarıbaş da Korkut da oldukça memnun ve son derece heyecanlı görünmektedir. Gülen yüzlerinin enerjisi ve birlikte çıktıkları yolculuğun bu rengarenk tasviri okuyucu cezbeder. Kapağı çevirmeye ve masalın dünyasına girmeye dair sadece çocukları değil, biz yetişkin okurları da kendi çeken, oldukça neşeli bir kapaktır bu.

Atılgan’ın anlatı evrenlerinin ne tür bir karanlıkla -ya da kötülükle- kaplı olduğu düşünüldüğünde, ironiktir bu durum. Kapakta ileri doğru neşeyle atıldığını gördüğümüz Sarıbaş’ın boyun damarı kısacık ve kaskatı bir anda, bir başka köpekçe koparıldığında; ya da Korkut dış dünyayı keşfetmeye dair hevesini ve umudunu daha en başından kaybetmeye başladığında; ya da “Ceren’e Masal”da onu neredeyse bir rüya gibi izlediğimiz bir karaca -Alaca ceren- kan dondurucu bir duygusuzlukla öldürüldüğünde, tüm bu masalları temsil eden bu rengarenk kapağa ister istemez tekrar geri döneriz. Atılgan masallarını temsilen -üstelik son masal “kötülüğün” süreklilikle var olacağını açıkça belirterek kapanmasına rağmen- neden böyle bir kapak tasarlanmış olabilir? Elbette bu noktada piyasa beklentilerine dair pek çok cevap verilebilir ve aynı zamanda bu cevapların hepsi Atılgan’ın bir mektubunda gerçeklik ile alakalı söylediklerini bize hatırlatabilir: “Onların kabak tatsızlığı veren gerçeğini sevmiyorum; kendi gerçeklerim var benim: İnsanların en yakınlarından bile gizledikleri, konuşmalarıyla örtmeye çalıştıkları, çoğu kendilerinin bile tam olarak bilmedikleri iç gerçekler,” (Alıntılayan Bektaş, 311). Atılgan edebiyatında bu “iç gerçek” kötülüğe işaret eder ve masallarında da bu durum değişmez. Bu sebepledir ki, bu masalları temsilen tasarlanan bu kitap kapağı onların ısrarla vurguladığı bu “iç gerçeği” âdeta örter gibidir. Ancak, bu kapağın ardından başlayacak olan iki masal tıpkı Neiman’ın Sade yazını için söylediği gibi, “bireysel arzular ile toplumun gerçek çıkarları arasındaki uyum, düşünce ve duygunun birliği”ni parçalar (179). Bu noktada, Ekmek Elden Süt Memeden’in kapsadığı iki masalı “kötülük” ile şekillenen bir gerçeklik anlayışının birbirini tamamlayan iki parçası olarak düşünebiliriz.

İlk olarak, “Korkut’a Masal” dış dünyaya dair umudu bir umutsuzluğa dönüştürür, ki bu durum kötülük edebiyatı için anlamlıdır. Zira, tıpkı Bataille’ın belirttiği gibi kişinin “görme umudu”nu hiçlemesi, kişiyi bağlandığı “toplumsal iyi”den ve onun çıkarlarını gözetmekten de koparacaktır. “Ceren’e Masal” ise dış dünyadan iç dünyaya dönerek kişinin bizzat kendisinde taşıdığı, kendini sınır aşımı arzusu ve duygusuzlukla gösteren kötülüğe odaklanır. Bu noktada, bütün masal boyunca büyümeyen, “on beşinde emeklemeye, yirmi yaşında düşe kalka yürümeye” başlayan, dolayısıyla sürekli çocuk olarak tanımlanan bir masal kişisi ile karşılaşırız. Sonradan, son derece duygusuzca işlediği bir cinayetine şahit olacağımız bu masal kişisinin sürekli çocuk kaldığı vurgusu önemlidir; çünkü çocukluk Eagleton’ın belirttiği gibi yarı ehlileşmiş hallerinden dolayı vahşice davranmanın doğal karşılandığı bir döneme işaret eder (7). “Ceren’e Masal”da ise bu durum insan hayatının geneline yayılarak onun bir gerçeği hâline gelir.

“Korkut’a Masal” -tıpkı “Ceren’e Masal”da olduğu gibi- şöyle başlar: “Çok eskiden, deve deveyken, sinek sinekken, insanlar gemilere, uçaklara, trenlere, arabalara, köpeklere binerken, Eylül sonlarında güzel bir sabah Filizle Oğuz küçük oğulları Korkut’u alıp İzmir’den Hacırahmanlı’ya, Yusuf’u görmeye geldiler,” (Atılgan, 97). Böyle bir başlangıç, çok çok eski zamanlarda develerin tellal, pirelerin berber olduğu masalların o bilindik başlangıcından ve bu başlangıçların işaret ettiği fantastik dünyalardan başkaca bir anlatının içinde olduğumuzun işaretini verir. Develerin ve sineklerin yine bildiğimiz develer ve sinekler olduğunu ve çok eskilerden bu yana değişen hiçbir şey olmadığını söyleyen, köpeklerin sırtındaki bir yolculuğun bizi aslında hiç de heyecanlı ve renkli serüvenlere taşımayacağını bildiren bir başlangıçtır bu. Daha en başından itibaren, dış dünyaya dair duyulan heyecanın önü derhal kesilir ve hayata dair heyecansızlık ve umutsuzluk hâkim duygular olarak öne çıkarılır. Bir köpeğin sırtında dış dünyaya açılmanın heyecanlı, umutlu ve olağanüstü hiçbir tarafı yoktur artık. Aynı biçimde, Korkut da bu yolculuğun olağanüstü hiçbir yanı olmayacağını Sarıbaş’ın sırtına yine Sarıbaş’ın teklifiyle bindiği ilk andan itibaren anlamaya başlar: “Köpek sırtında olağanüstü bir serüvene çıkarken… Off, köpeğin bel kemiği kıçını acıtıyordu,” (101). Hem Korkut için böylesine bir yolculuktan hem de okuyucu için bir masaldan beklenebilecek sıra dışı ve coşkulu vaat bu “kıç acısı” ile birdenbire bölünüverir.

Bir acıyla birlikte başlayan bu “olağanüstü” serüvende karşılaştığımız insanlar ve Sarıbaş’ın hasımları olan, insanın hayvani doğasını temsil ettiğini söyleyebileceğimiz köpekler, âdeta daha en başında heyecanımızı bölüveren bu “kıç acısı” gibilerdir. Korkut’u ve Sarıbaş’ı öldürmeye çalışan Danacının İsmail ile ya da Sarıbaş’ın renginden dolayı işkence görmesine göz yuman “ağa” ile olan karşılaşmalar örneğin, Sarıbaş’ı, Korkut’u ya da biz okuyucuları heyecanlı ve umutlu bir dünyayla değil; fakat, umutsuzluktan ve karanlıktan ibaret bir dünya ile tanıştırır. Ancak bu karşılaşmaların belki de en tuhafı, Korkut’un içinde uyuyakaldığı lahanayı, içinde bir çocuğun uyuduğunu bilmeden satmaya çalışan köylünün etrafına toplanan diğer köylülerle karşılaştığımızda gerçekleşir. Bu sahnede, lahananın etrafına toplanan köylülerin diğerlerince çağrıldıkları takma isimleri ve neden bu isimlerce çağrıldıklarının utanç verici hikâyelerine yer verilir. Böylece, bu takma isimler sayesinde utanç verici bu hikâyelerin, hikâye sahiplerine asla unutturulmadığını görürüz. Bu sahne öylesine uzar ki, masala hâkim olan iç sıkıcı atmosfer gittikçe yoğunlaşır. İşte Korkut’un açıldığı dış dünya, iç karartısı ve umutsuzluktan ibaret olan bu köyden başka bir yer değildir. Yaşamın kişilere vadettiğine inanılan sınırsızlık iç sıkıcı, aşılamaz bir sınıra dönüşür. Sanki, tüm dünya Sarıbaş’ın ve Korkut’un açıldıkları işte bu köy kadar ve tıpkı bu köy gibidir. Olağanüstü bir anlatıdan ziyade, özellikle köy insanlarının uzunca ve detaylıca betimlenmesiyle birlikte, bir gerçeklik anlatısı vardır burada. Masalın en başından itibaren tüm olağanüstü ihtimaller bu anlatı içinde, dış dünyanın iç sıkıcılığı ve ona dair umutsuzluk içinde erir. Öyle ki, köpek sırtındaki bir yolculuk dahi bu anlatı evreninin sıradan bir gerçeğine dönüşür. Bu sıradan gerçek rahatsızlık verici ve Sarıbaş’ın ölüm sahnesiyle birlikte artık şok edicidir:

Başını çevirip baktı. Üç köpek geliyordu üstüne, üçü de çoban köpeğiydi. Birini tanıdı: Sabahki boz köpekti bu. Sarıbaş dövüşecek durumda değildi. Durup kuyruğunu apış arasına kıstırdı, büzüldü. Yenilgiyi baştan kabul ediyordu ama köpekler saldırdılar. Sarıbaş yıkıldı. “Köpek kısmında düzen bozulmuş,” diye düşündü, kıpırdamadı. Boz köpek boyun damarına geçirdi dişlerini, hırlaya hırlaya kopardı. Doğrulduğunda leş yemiş gibi burnu kanlıydı.

Gelelim lahanaya… (109)

Bu paragrafta asıl şok edici olan, masal boyunca köyü birlikte dolaştığımız Sarıbaş’ın bu ani ölümünden ziyade, bu ölümü son derece sıradanlaştıran duygusuz anlatımıdır. Masalın ana kişilerinden biri olan Sarıbaş’ın ölümünün beklenen duygusal yüküne kesinlikle yer yoktur bu paragrafta. Bir ölüm anının eylemleri ardı ardına sıralayan bu cümlelerde herhangi bir duygusal kesintiye yer verilmez. Öyle ki, Sarıbaş öldürüldükten sonra okuyucuda doğması muhtemel hüzün de, böyle bir ölüm sahnesinin hemen ardından neredeyse absürt bir biçimde başlatılan yeni bir paragrafla derhal ortadan kaldırılır: “Gelelim lahanaya…” Bu geçiş, Korkut ile birlikte sırtında dış dünyaya açıldığımız, onunla birlikte koşturduğumuz Sarıbaş’ın ölümünden bahsetmek ile lahanalardan bahsetmek arasındaki anlam farkını ortadan kaldırır. Ölüm bu dünyanın hiç de trajik olmayan, hiçbir duygu yüküne yer bırakmayan sıradan bir gerçeğidir artık.

 “Ceren’e Masal”da ise daha önceden bahsedildiği gibi sınır aşımı arzusuna odaklanılır. Bu masalda, kendini avcı olarak tanımlayan masal kişisi, Alaca ceren isimli bir karacanın peşine düşer. Ancak burada mühim olan avcının Alaca ceren’in peşine düşmesinin kendisi değil, bunun sebebidir. Bir gün, Alaca ceren bir yaban güvercini aracılığı ile avcıya “Keklik vurması değil, gelsin de beni vursun” diye bir mesaj göndererek, avcının kendisini yakalayamayacağını kast eder (119). Avcının Alaca ceren’e dair arzusunun kabardığı an da tam olarak budur. Burada esas olan, avcının Alaca ceren’i fark etmiş olması değil, ona dair sınırı fark etmiş olmasıdır. Sınır görünür olduğu anda sınır aşımına dair arzunun doğması “kötülük” düşüncesi için anlamlıdır. Freud’dan aktaran Bernstein, kötülüğuün yasakların ihlali olarak betimlendiğini belirtir (176). İhlal, tıpkı “Ceren’e Masal”da karşılaştığımız gibi, insanı tanımlayan, onda doğal olarak var olan ve tesadüfi karşılaşmalarla kendini harekete geçirebilen, bastırılamaz bir arzudur. Bu arzuyla birlikte avcı, Alaca ceren’in peşine düşer. Ancak, Alaca ceren avcının kendisine bir zarar verebileceğini düşünerek onu uzun bir süre güvenemez. Bunun farkında olan avcı, Alaca ceren’i ikna edebilmek için elindeki tüfeği derhal parçalar. Ancak bu, insan oğlunun yapabileceklerinin farkında olan Alaca ceren’i kandırmak için yeterli olmayacaktır. Avcı günlerce uğraşır, ormandan ayrılmaz. Diğer karacalar artık onun varlığına alışırlar, kaçmazlar. Ancak diğerlerinin aksine ona bir türlü güvenemeyen Alaca ceren’i ikna etmek için avcı, bu sefer kendi bedeninin var olagelen biçimini yok edip Alaca ceren’in bedeninin biçimine bürünür:

[E]mekleyerek dolaşıyordum. Çoktandır onun yediği otları, yaban yemişlerini yiyordum, ama artık ağzımla koparıyordum bunları. Toprağı yakından duyuyordum; ellerim, dizlerim alışıyordu. Uslu bir hayvan gibiydim. Gittikçe daha yakınlara geliyordu Alaca ceren; güveni artıyordu. (Atılgan, 120)

Avcının kendi beden bütünlüğünün formunu bozacak kadar şiddetle hissettiği bu yok edici istek, cinsel bir arzunun da işaretlerini taşır. Zira, Alaca ceren ile ilk karşılaşmasında avcı, daha önceden peşine düştüğü ancak sonra izini kaybettiği “padişahın boşadığı kadın” ile Alaca ceren arasında bir paralellik kurar: “Gözleri padişahın boşadığı kadının gözlerinden de güzeldi. Tüfeği sıkan elim titredi.” (120) Bu arzunun bilediği takıntılı bir çabayla nihayet Alaca ceren’in güvenini kazanır ve onu öldürür:

Sonunda bir gün yanıma gelip durdu. Ağır ağır doğruldum. Başını uzattı. Sarıldım, gözlerini öptüm; sonra iki elimle boynunu sıkıp öldürdüm. Toprağa düştü. Arkama bakmadan ayrıldım oradan. Gündüzleri yürüdüm, geceleri yattım. (121)

Hem avcının bu beklenmedik hamlesiyle hem de duygusuzluğu ile şok edici bir sahnedir bu. Kasıtlı olarak kullanılan katı, soğuk, herhangi bir duygusal kesintiye yer vermeyen, yalnızca eylem bildiren anlatım dili sayesinde masal kişisinin radikal kötülüğün en temel unsuru olan duygusuz iç dünyası açık edildiği gibi, aynı zamanda suçun kendisini de duygusuzlaştırarak bir cinayet eylemini son derece sıradanlaştırır. Böylece, günlük yaşantının alelade bir eylemi ile suç eylemi arasında her türlü anlam farkı ortadan kaldırılır. Suç, bu anlatı evreninde hazzı değil; fakat sadece kendisini amaçlayan, son derece monoton ve sıradan bir eylemdir. Halbuki, tıpkı Eagleton’ın belirttiği gibi, suç eyleminin sigara yakar gibi alelade olmasını beklemeyen okuyucu için şok edicidir bu durum (17).

Bu noktada, avcının gösterdiği “insan üstü” çabayla güveni kazanılanın yalnızca Alaca ceren olmadığını; aynı zamanda masalın dinleyicisinin, yani okuyucunun güveni olduğunu belirtmek gerekir. Bu masal, Ankara’ya arkadaşlarını ziyarete giden ve evin küçük kızı Ceren’in sıkılması ve ısrarı üzerine ona masal anlatmaya başlayan Yusuf’un masalıdır. Buradaki avcı ve anlatıcı Yusuf’un kendisidir. Dolayısıyla avcı-Alaca ceren arasında kurulan ilişki bir yandan da Atılgan-okuyucu arasında kurulmaktadır. Atılgan’ın bir mektubunda yazmayı bir “öç almak” olarak gördüğü düşünülürse anlamlıdır bu durum. Atılgan edebiyatı duygusuz ihlalin yarattığı sürekli şok etkisiyle okuyucusunu âdeta avlamaktadır. Denilebilir ki, okuyucuyu Atılgan edebiyatına çeken, bağlayan, etkisi altında tutan işte bu sürekli şok duygusudur.

Yusuf Atılgan, notlarından birinde şöyle yazmış:

Masallarda masal padişahının üç oğlu bir dört yol kavşağında birbirlerinden ayrıldıktan sonra her şeyi, bütün o olağanüstü serüvenleri çoğunlukla küçük oğul, pek seyrek de büyük oğul yaşar, bitiminde ‘onlar erer muradına biz çıkarız kerevetine’. Ya ortanca oğul, ona ne oldu! … Masalcıbaşı ortanca oğulla ilgilenmez. Hep birbirine benzer köylerden, kasabalardan, kentlerden geçen, hep birbirine benzeyen insanlarla karşılaşan, demir çarıkları aşınıp, demir değneği kısalınca bir padişah oğlu olduğunu unutup ‘Ben kimim?’ diye sorabilen, belki baştan beri salt kendini aramakta olan bu gerçek oğlun, bulur gibi oluşların geçici ama yoğun mutluluğundan başka hiçbir şey bulunmayan bir evrendeki bu yalnız insanın sonu olmayan -şu tekdüze karınca masalına benzer- masalıyla kim ilgilenir? (112)

Atılgan edebiyatı, üstü çoğu zaman örtülen “ortanca oğul”un hikâyesinin üzerindeki örtüleri atıverir. Bu “iç gerçeğin” hikâyesi ise son derece karanlık ve umutsuzdur. Ancak bu umutsuzluk Atılgan edebiyatında trajik bir gerçekliğe tekabül etmez. Aksine, cesaretle üstlenildiği takdirde, kişinin kendine dönmesini, kendi bedenini ve onun en gizli, en karanlık taraflarını keşfetmesini sağlar. Bu noktada, “Korkut’a Masal” dünyayı bir umutsuzlukla tanımlayarak onun âdeta maskesini indirir. “Ceren’e Masal” ise, Bataille’ın deyişiyle kişinin “her tür şehvetten uzak, tek başına bütün tutkuları tutuşturmaya” yeten “suçun cazibesi”ne dair arzusunun üzerine gider (101). Zira, Deleuze’u¨n belirttiği gibi, bedenin muktedir oldukları, yapabilecekleri, gu¨cu¨ ve tüm bunların kaynağındaki tetikleyici kuvvet bir soru olarak ortaya atılmadığında, yani tıpkı ortanca oğul gibi “Ben kimim?” sorusu cesaretle sorulup, peşinden gidilmediğinde, insanın erdemli ya da bilge bir hayata sahip olmasına da imkân yoktur (27).

 

Kaynakça

Atılgan, Yusuf. Bütün öyküleri. Istanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2002.

Atılgan, Yusuf. Siz rahat yaşayasınız diye. Istanbul: Can Yayınları, 2018.

Bektaş, S. Sevgili Erdal Erdal Öz'e mektuplar. Istanbul: Can Yayınları, 2019.

Bernstein, R J. Radikal kötülük bir felsefi sorgulama. Istanbul: Varlık Yayınları, 2010.

Deleuze, G. Spinoza pratik felsefe. Istanbul: Norgunk Yayıncılık, 2005.

Eagleton, T. Kötülük üzerine bir deneme. Istanbul: Iletisim Yayınları, 2017.

Neiman, S. Evil in modern thought. Princeton: Princeton University Press, 2002.

Nietzsche, F. Ahlakın soykütüğü üstüne. Istanbul: Say Yayınları, 2003.