Röportaj

İsmail Keskin: "Çocukluğumdan beri “hayal” üzerine çalışıyorum"

İletişim çağının çocukları, dünyanın tehlikelerine karşı korunmasız ve ulaşılabilir durumda; dünyanın herhangi bir yerindeki kötü niyetli biri, dünyanın herhangi bir yerindeki çocuğa kolaylıkla ulaşabilir.

 İletişim çağının çocukları, dünyanın tehlikelerine karşı korunmasız ve ulaşılabilir durumda; dünyanın herhangi bir yerindeki kötü niyetli biri, dünyanın herhangi bir yerindeki çocuğa kolaylıkla ulaşabilir. Doğrudan fiziksel bir tehdide karşı çocuk ailesi tarafından korunabilir; ama iletişim araçlarına ulaşan bir çocuk, bütün dünyaya karşı yalnız ve ebeveynlerinin bu noktada onları birebir korumak için yapabileceği hiçbir şey yok. Filtreler hiçbir işe yaramıyor.

Çocuk Yazını sitemizin Temmuz ayı konuğu: Hayykitap’ın çocuk kitapları editörlerinden İsmail Keskin. Kendisi 1984, Bilecik doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümünde lisans eğitimi almak üzere İstanbul’a gelmeden evvel, ilk gençliğini Bilecik ve Eskişehir’de geçirdi. Yazınsal hazırlığı yedi yıl süren ilk romanı Hediye Evdoksia 2011 yılında yayımlandı. Bu süre zarfında, büyükbabası Vasil’in sürüldüğü topraklara, Selanik’e sık sık seyahatlerde bulundu. Bir dönem, değişim öğrencisi olarak Atina Üniversitesinde öğrenim gördü. Tarihe ve edebiyata olan ilgisi; araştırmacı kimliği, hassas kalbi ve dikkatli gözleriyle birleşince ortaya son kitabı Kaktüs Çiçeğinin Sürgünü çıktı. 2015 yılında yayımlanan bu romanı, mültecilik üzerine. Yine 2015 yılından bugüne, Hayykitap’ın çocuk kitapları editörlüğünü sürdürüyor. Kendisi ile çocukluğun, teknolojinin ve yaşadığımız çağın odakta olduğu keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

 

Bahsi geçen her iki kitabınız da yetişkinler için, aslında karşımızda sadece editör değil yazar İsmail Keskin de var. Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümünde lisans eğitimi aldınız ve yüksek lisans eğitiminiz devam ediyor. Tarihe, muhtelif kültürlere ilgi duyan, arşivlerden çıkmayan bir araştırmacı olarak çocuk edebiyatı nasıl dâhil oldu hikâyenize, merak ediyoruz doğrusu…

O geçiş, aslında çağa dair duyduğum bir rahatsızlık hissiyle oldu. Bu noktada en azından Türkiye için bir ihtiyaç açıldığını gördüm. Türkçe çocuk edebiyatını konuşuyoruz; ama Türkiye çocuklara karşı suçların en çok işlendiği ülkelerden biri. İletişim çağının çocukları, dünyanın tehlikelerine karşı korunmasız ve ulaşılabilir durumda; dünyanın herhangi bir yerindeki kötü niyetli biri, dünyanın herhangi bir yerindeki çocuğa kolaylıkla ulaşabilir. Doğrudan fiziksel bir tehdide karşı çocuk ailesi tarafından korunabilir; ama iletişim araçlarına ulaşan bir çocuk, bütün dünyaya karşı yalnız ve ebeveynlerinin bu noktada onları birebir korumak için yapabileceği hiçbir şey yok. Filtreler hiçbir işe yaramıyor. En küçük oyun aplikasyonunda bile sohbet odaları var. Ayrıca Türkiye, bazen tehdidin uzaktan değil yakından da gelebildiği bir ülke…

Ben çocukluğumdan beri “hayal” üzerine çalışıyorum ve bunu tarihe, edebiyata, barış çalışmalarıma da yansıttım. Belki yeğenlerimin de olmasının etkisiyle bu çocukların nasıl işlevsel şekilde dış dünyanın tehlikelerine karşı korunabileceği sorusunu sordum durmadan ve ürün geliştirmeye başladım. Bir yazar olarak “kurgu uydurmak” benim en sevdiğim işlerden. Önce bir literatür taraması yaptım, sonra çocuk edebiyatına dair okumalarımı derinleştirdim. Ben çocukken çevrilmemiş birçok güzel kitap vardı. O kitapları da okuduktan sonra biraz önce bahsettiğim “çocukların korunması ve bilinçlendirilmesine yönelik neler yapılabilir” sorusunu hem düşünüp hem de çevremle tartışmaya başladım. Yayınevimizin genel yayın yönetmeni de bu konu üzerine konuştuğum, meseleyi derinleştirdiğim kişilerden biriydi. Hayykitap’ın kendine amaç edindiği önemli bir nokta var; dünyaya iyilik yaymak. Bu anlamda yayınevinin de dertlendiği bir alandı bu. Konuşmalarımız sırasında ben bu araştırmalarımdan bahsedince; genel yayın yönetmemiz yayınevi kataloğunun dönüşüm sürecinde olduğunu, benim de yer alıp almamak istemeyeceğimi sordu. Ben de kabul ettim ve o noktadan sonra editörlüğüm başlamış oldu.

 

Çocuk Yazını olarak her ay mercek altına aldığımız bir dosya konumuz var. Temmuz ayı konumuz da: Resimli Çocuk Kitaplarında Teknolojinin Yazımı ve Yazının Teknolojisi”. Meseleyi iki koldan ele almak istedik; içerisine tablet, telefon, video oyunları girmiş, teknolojiden bahseden çocuk kitapları bir yanda. Konusu bambaşka olmasına karşın çeşitli aplikasyonlarla desteklenerek dijitalleşmiş çocuk kitapları diğer yanda. Bunlar e-kitap değiller; ama en az onlar kadar teknolojikler. Telefonunuzdan QR kodunu okuttuğunuzda canlanan hikâyeler, bilgisayar oyunlarıyla desteklenen masallar, 3D gözlüklerle okunan macera kitapları var. Bu tip ürünler, çocuğun zaten içerisine doğduğu dijital kültürü içselleştirmesinde önemli araçlar. 

Sizce başarılı ve “faydalı” bir çocuk kitabının teknoloji veya teknolojinin anlatımı ile kuracağı ilişki nasıl olmalı?

İşlevsellik çok önemli; çünkü çağımızda bilgisayar, tablet, cep telefonunun gelişimi ve hayatımızın içine iyice girişi çok hızlı oldu. Bu anlamda çocuk edebiyatı da ister istemez bir adaptasyon, uyum arayışına girdi. Çünkü “eski moda kalma ihtimali” vardı ya da piyasasını tamamıyla dijital medyaya kaptırma ihtimali. Bu yüzden önemli olanın işlevsellik olduğunu düşünüyorum. Bu ne demek? Mesela, çocuğunuzun meyve yemesini istiyorsunuz; bu yüzden ona sürekli meyveli pasta yedirirseniz fayda değil, zarar vermiş olursunuz. “Çocuğum çağın dışında kalmasın, teknolojiyle iç iç büyüsün demek” de buna benziyor; anlaşılabilir bir kaygı ama çocuğu bunlara boğmak zararlı olacaktır.

Bu alanda öncü kitaplar, seksen doksan yıl önce katlama teknolojisi ile üretilmiş üç boyutlu kitaplar. Kitabı açıyorsunuz; bir şato yükseliyor, kâğıttan prensler, prensesler, çizmeli kediler var. Çocuğun hayal dünyasını güçlendirecek detaylarla dolu hepsi! QR kodu okuttuğunuz kitaplarda ise bunların hiçbiri yok. Çocuğun ekstra bir şey yapmasına, hayal kurmasına fırsat vermiyor bu ürünler; çocuklarda ister istemez tembelliğe, bıkkınlığa sebep oluyor. Dijital çekicilikten bahsedeceksek, yayıncılık piyasası zaten oyun piyasası ile rekabet edecek düzeyde değil.

 

 

Bilgisayar oyunu destekli kitaplar var; metin okura ne yapacağına dair direktifler veriyor. CD eki ile satılan bu kitaplar da oyun piyasasına yakınlaşma olarak görülebilir, değil mi?

Şimdi CD yerine QR kodları daha ön planda. Çocuğu aktifleştirmek, sadece günümüzün değil, son altı yedi yılın gündeminde olan bir konu. Mesela “kahraman sensin” kitapları var. Çocuk bunu okumaya başlıyor, bir yere gelince şöyle diyor metin; “Mamutları görmek için hemen sayfa 21’e gidin”. Metnin içinde kendi geçişleri var. Kitapların o zaman sadece kelimelerle yaptığı bu geçişi, şimdi kodlarla yapan ürünler var. Fakat eline kitap yerine tablet alan çocuğun imkânları sınırsız. Kitap okuyucusunu dijitale yönlendirdiğinde, kendinden uzaklaştırma, kaybetme riski taşıyor aslında. Bizim bu çağda en büyük sıkıntımız dikkat gösterme. Dikkati belli bir nokta üzerinde tutmak çok zor; kitaba o dikkati taşımak zaten zorken, bunu dijital ortama taşımak, sadece editör olarak değil, kitap yazan bir kurgucu olarak da düşündüğümde bana fazla riskli görünüyor.  

 

Kindle tipi teknolojik araçlar da bu riski taşıyor mu sizce?

Kindle daha fonksiyonel olabilir; çünkü başladığı gibi devam ediyor, bir geçiş yok. Kitap okumak için başlanıldığı için kitap okuyarak devam ediliyor. Ama elinizdeki tabletse, “aman internet koptu” “anne sana mesaj geldi” derken uyarıcılar artıyor.

Bir de hangi çağda olursa olsun kitapta bütünlük önemli. Hiç kimse ortasından yirmi sayfa eksik bir kitabı okumaya başlamak istemez.  Bu iç içe geçmiş kitaplarda da böyle bir bütünlük sıkıntısı söz konusu. Çok iyi formüllerle düzenlenebilir; ama internet her anlamda rakipsiz bir alan. O deryaya girdiğinizde kaybolmak çok kolay.

Çocuk edebiyatı çok geniş bir yaş aralığına hitap ediyor. “İlk Kitabım” dediğimiz kitapları aslında çocuk değil, ebeveynler okuyor, çocuk sadece takipçi. Okuryazar kimliği kazanıp kitabın devamlılığını kendisi sağlayabilir konuma geldiğinde; kitap ortamının kurgusal olarak onun için elverişli bir hâle getirilmesi gerekiyor. Bu, evdeki elektrik prizlerine başlık takmak gibi bir önlem; metin içerisinde çocuğu tutacak koruyacak, dijitalle ilişkisini düzenleyecek yönde önlemler almak yeterli.

 

Kitabın teknoloji ile ilginç bir ilişkisi var: Walter Ong, zlü ve Yazılı Kültür kitabında bu ilişkinin sonucu olarak yazının ve matbaanın icadıyla kültürel bir dönüşüm yaşandığını söylüyor. Sözlü olanın yazıya geçmesiyle insanın bilişsel sürecini geliştiren, teknolojinin içselleştirilmesi ile tecrübe edilen olumlu bir dönüşüm bu. Kitabın dijitalleşme ile ilişkisi ise günümüzde epey tartışılan bir konu... “Basılı kitap ölüyor mu” kaygısı hep dillerde. Sizce de bu ilişki, ölüm gibi dramatik bir sona doğru mu gidiyor?

Bu noktada aslında bir dönüşten çok “dönüşüm” söz konusu. Yeni gelen, öncekini bir anda ortadan kaldırmıyor, sadece bir dönüşüme yol açıyor ve anlatıda özellikle kademelendirmeler oluşuyor. Mesela Homeros’un İlyada’sı. Evet, sözlü geleneğe ait; binlerce yıl dilden dile dolaştı ve muhtemelen bugün elimizde tuttuğumuz ürün Homeros’un birebir ağzından çıkanlar değil. Ama İlyada kâğıda geçti ve bu sırada bir yandan balıkçılar ezbere okumaya devam ettiler bu destanı. Hatta 19. yüzyılda okuma yazması olmayan balıkçıların binlerce dizeyi ezbere okuduğu anlatılır Ege kıyılarında. Bu noktada da anlatı yazıya dönüştüğü an, bir telif oluşuyor. Mesela bu önemli bir şey ve bu telifin yazarın ortaya koyduğu şekliyle bir anlamda zaman içinde donması aslında önemli bir eşik... Şimdi ise “dönüşüm kelimesinin tam anlamıyla hakkını verecek şekilde” iletişimin imkânları inanılmaz şekilde genişledi ve okuryazarlık artık bir seçkinlik belirtisi değil, herkesin sahip olduğu bir araç. Bu sebeple telif de bir önceki döneme göre anonimleşmeye başladı. Bunun bir örneğini, sosyal medyadan verebiliriz. Mevlânâ’nın sözünü Nietzsche’ye, Nietzsche’nin sözünü İbni Haldun’a atfediyorlar. Biri bir İkinci Yeni dizesi paylaşıyor, bunu biri görüyor ve üç beş gün sonra ondan ilhamla kendisi bir şiir yazıyor. Aradaki metinlerarasılık çok güçlü, neredeyse aynı şiir; ama artık o metin yeniden üretilmiş. Paylaşan kişi şair veya yazar olmadığı için de unutulup gidecek. Dolayısıyla eski dönemdeki bir İlyada anlatısının sonsuz varyasyonlarının olması gibi bir etki söz konusu aslında.  Sözün özü; kitabın yok olacağını zannetmiyorum. Öte yandan dönüşümün şu an tam içinde olduğumuzu düşünüyorum.

Sosyal medya kitaplığı gibi kitaplıklar var mesela. Nedir bu? Doğrudan bir türe ait değil; roman değil, hikâye değil, şiir de değil. Aforizmaya dayanıyor büyük oranda. Onu okuyan fotoğrafını çekiyor, paylaşıyor ve artık sınırsız sayıda elektronik kopyası var. Ya da Kürk Mantolu Madonna’nın on üçüncü sayfasının ikinci paragrafının fotoğrafı çekiliyor, yanında kahve de var tabii, paylaşılıyor ve anında yüz binlerce beğeni. O paylaşılan parça bir kitap mıdır, dijital bir ürün müdür, parça olarak yaygınlaşması anlamlı mıdır, basılı bir ürün müdür, bir çeşit yerleştirme midir? Bunlar tartışılacak konular.

 

Buna karşın geleneksel hikâye anlatıcılığının popülerleştiği de bir dönemdeyiz; drama yöntemi ve duyusal oyunlarla kitapların canlandırıldığı atölyeler birbiri ardınca açılıyor, bir nevi sektöre dönüşen bir hareketlilik söz konusu. Çocuklara yönelik alternatif aktivite arayışına gidilmesinin de bu hareketliliğe katkısı büyük tabii. Çocukların tabletle olan aşırı bağımlı ilişkisinin karşısında gösterilmiş bir tavır olarak okuyabiliriz belki de bunu.

Siz bu hareketliliği, tüm ilerleyişe rağmen yine geleneksele dönüşü; bir tarihçi olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında içinde bulunduğumuz çağda yapılan pek çok aktivite gibi bu da bir nevi “sihirli çözüm arayışı”. Acil durum anlayışı ile ortaya çıkmış bir sektör sadece. Nasıl ki organik sebze meyve olayı bir pazarsa, anlatı atölyesi, çocuklar için aktiviteler, zekâsını geliştirecek oyunlar da bir çeşit sektöre dönüştü. Ne kadar işlevsel ya da faydalı oldukları başka bir sorunun cevabı… Nasıl ki başta sadece organik sebze alıcısı iken insanlar işlerini güçlerini bırakıp kendilerini ekip biçmeye veriyor, benzer bir şekilde bazı ebeveynler de kendilerini bir şekilde aktivite üretmeye adıyorlar. Bu noktada da sosyal medyanın etkisini hatırlamak lâzım yine, her güne bir oyun paylaşan Instagram hesapları, gelir kaynağına dönüşen YouTube kanalları bu içerik üretimini tetikliyor. Bu durumda, bunun geleneğe dönüş mü yoksa geleneğin bir biçimde dönüşümü mü olduğunu da düşünmek gerek.

 

Teknolojinin çocuk edebiyatına en önemli katkısı, sözünü ettiğiniz sosyal medyanın icadı aslında. Blogger annelerin, çocuk kitabı öneri sayfalarının paylaşımları tüm zaman akışlarını dolduruyor. Büyükşehirlerde ilk defa sadece çocuk kitapları satan kitapçılar açılmaya başladı. Tüm bu çeşitlilik içinde nitelikli olanla vasat olan birbirine karışmış, ayırt edilmez hâle gelmiş durumda.

Siz Hayykitap’ın çocuk kitaplığı editörü olarak bu rağbeti, piyasa ve nitelik arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sosyal medyanın, insanlara “yazar olabilirsiniz” dediği bir dönem bu. Yazarlık hem mümkün hem de prestijli bir alan olarak görülüyor. “Amerikan Rüyası” diyebiliriz; bir kişinin sahip olduğu ama yüz binlerce kişinin hayranlığı ile işleyen bir sistem söz konusu. Anneliğinden ya da babalığından gelen tecrübeleri paylaşan kişisel bir hesap, sahip olduğu hareketliliği ve hayran kitlesini bir kitapla taçlandırıyor. Bir anlamda fenomen yazarlar çıkıyor ortaya, diyebiliriz. Bu noktada yazarlık, aslında klasik anlamda aşinası olduğumuz bir yazarlık değil, icracılık tarafı da var. Çünkü yazarlığın klasik tanımında; yazar kitabını yayınlar ve ortadan kaybolur ya da en fazla imza gününe gider. Ama artık çocuk edebiyatında, kitabıyla birlikte faaliyet yapacak yazar ihtiyacı duyulmaya başlandı.

 

 

Özel bir soru olacak; satış rakamlarını düşündüğünüzde, çocuk yazınının daha fazla sattığını ya da kazandırdığını söylemek mümkün mü?

Açıkçası çocuk kitapları yayıncılık sektörü içerisinde bir iç alan ve hem içerik açısından hem de prodüksiyon açısından oldukça zahmetli ve pahalı bir alan. Riskli de üstelik. Bir romanın yazar telifi vardır, kapak tasarımı vardır, sayfa kurgusu vardır, biter. Ama bir çocuk kitabının bunlara ek olarak resimlendirilmesi ve bundan da öte reklam ve sosyal medya görünürlüğüne ihtiyacı da vardır.

Kitaba dair izlenimlerin, kitaptan daha önemli olduğu bir çağda yaşadığımız gerçeği söz konusu. Siz dünyanın en kaliteli kitabını yapmış olabilirsiniz, çocuklara çok faydalıdır da. Ama eski dönemlerdeki gibi iyi bir eleştirmenin köşesinde “bu kitap iyidir” deyip mantıklı sebepleri sıralamasıyla olmuyor. Bambaşka işleyen bir süreç var; kitap ünlü birinin elinde görüldüyse tamamdır mesela, o ünlü kişinin kitabı okumasına, ona dair kanaat belirtmesine de hiç gerek yok, “görünmesi” yeterli. Alana hâkim on ayrı eleştirmen onayının, bir ünlü Blogger elinde görülmesi kadar etkisi yok kitabın satışına. Bu sadece bir tespit, ideal olandır, doğrudur demiyorum, tespit.

Çok güzel örnekler var yurt dışında, ama kitabın telifine eklenen illüstratör telifi var, onun da üzerine eklenen masraflı prodüksiyonu, artan dolar kurları derken, binbir zahmetle haklarını aldığınız kitap satmazsa; muhtemelen sadece çocuk yayınları kısmını değil, bütün yayınevini batırabilirsiniz. Bu yüzden riskli diyorum. Hayykitap’ın da bu pek çok farklı ihtiyacı gözeten geniş bir yayın kataloğu var. Kitabıyla birlikte aktivite yapacak yazarı da, sosyal medyada yüz binlerce takipçiye ulaşmış fenomen yazarı da, satış kaygısının ötesinde, sadece alana kaliteli eser bırakmak üzerine yayımladığı metinleri de var.

 

Biz izninizle kapanış sorusunu yazar İsmail Keskin’e sormak istiyoruz: Çocuk okurlar yakın zamanda sizin hikâyelerinizi okuyabilecek mi, alana dair telif eser projeniz var mı?

Beni çocuk edebiyatı ile ilgilenmeye sürükleyen süreçten, duyduğum ihtiyaçtan bahsetmiştim sizlere. Çocukları “görünmez” tehlikelere karşı koruyacak, bilinçlendirecek kitaplar üretmekti derdim. İskandinav ülkelerinin beden bilinci, mahremiyet bilinci, yabancılarla olan iletişim, iyi sır, kötü sır gibi konular üzerine yazılmış çok güzel örnekleri var. Fakat iki ülkenin çocuklara yaklaşma biçimi, çocuklar tarafından anlaşılır olma seviyesi farklı. Oradaki bireysellik, çok küçük yaşlardan itibaren çiziliyor örneğin. Orada bir çocuğu mıncıklamaya başlasanız ailesi bunu bir suç olarak algılıyor, bizde ise öyle değil, gayet sempatik, sıcak bir davranış kabul ediliyor. Bu o ülkelerde her şeyin normalliğine, idealliğine dair bir tespit değil, sadece farklılığın altını çizmek istiyorum. Farklılığın getirdiği ihtiyaç da birbirinden farklı olacak haliyle. Türkiye bir Akdeniz ülkesi, İskandinav ülkelerindeki örneklerin burada işlevsel olmayacağını düşünüyorum. 

Geleneksel olarak Türkiye fabl kültürüne daha yatkın; işlevselliğine, daha çok çocuğa ulaşabileceğime inandığım için tür olarak fabl seçtim. Resimli kitapları ebeveynler çocuklara okuduğu için ebeveynlerin de hoşuna gidecek, içlerini ferahlatacak bir seri tasarladım. Yapıbozumculuk ile fablı birleştirdiğim serinin ilk kitabı Deniz Evini Sırtında Mı Taşıyor? yakında yayımlanacağı için mutlulukla paylaşıyorum sizinle. Adı Deniz olan bir kaplumbağa kahramanı var. Yazıbozumculuk ise daha kahramanın çocuklarla tanıştığı anda başlıyor; “Siz benim evimi sırtımda taşıdığımı mı sanıyorsunuz? Kabuğumuz bizim evimiz değil, kıyafetimizdir.” diyor Deniz. Sonra ailesiyle birlikte yaşadığı eve götürüyor arkadaşlarını; “Evim sırtımda olsaydı neden başka bir yerde daha yaşardım?” diye soruyor. Bu şekilde çocukların zihnindeki alışılmış kalıpları değiştirecek bir kitap.

Kaplumbağayı tercih etmemin işlevsel bir sebebi daha var; kabuğun ev değil kıyafet olduğunu vurguluyorum çünkü çocukların yabancılara göstermemesi gereken yerleri örtmesi bakımından paralel bir anlam taşıyor. Hazırlığı bir iki yıl sürdü, önümüzdeki aylarda da raflarda yerini alacak.

 

Bizi bu kadar heyecanlandıracak bir projeden bahsedeceğinizi düşünmemiştik, okumak için sabırsızlanıyoruz! Ayrıca hoş sohbetiniz, alana dair detaylı açıklamalarınız için de çok teşekkür ediyoruz.