Röportaj

Hatice Özdemir Tülün: "Bir kurum dergisi olmamıza rağmen çok özgürlükçüyüz"

Benim annem ilkokul öğretmeni, titiz bir kadındı ama bizi hep mutfakta yanında isterdi. Şimdi fark ediyorum sıkıntılı zamanlarımızda mutfakla terapi yapıyormuş bize. Normalde karşısına oturtsa, o kırmızı koltuğa yatırıp “Anlat bakalım okulda ne oldu,

Benim annem ilkokul öğretmeni, titiz bir kadındı ama bizi hep mutfakta yanında isterdi. Şimdi fark ediyorum sıkıntılı zamanlarımızda mutfakla terapi yapıyormuş bize. Normalde karşısına oturtsa, o kırmızı koltuğa yatırıp “Anlat bakalım okulda ne oldu, neden canın sıkıldı?” dese hayatta anlatmayacağız. Ama o bunun yerine derdi ki “Gel Hatice, seninle bir kurabiye yapalım”. Ben zaten kurabiye yaparken her şeyi anlatmaya, dökülmeye başlardım.

Merhaba, bu ay Çocuk Yazını olarak Hatice Özdemir Tülün ile birlikteyiz. Siz onu “Portakal Ağacı” olarak da tanıyorsunuz muhtemelen. Bu ayki dosya konumuzun “Çocuk Dergileri” olması sebebiyle, biz Hatice Hanımla TRT Çocuk Dergisi Genel Müdürü kimliği üzerinden söyleşmek istiyoruz.

 

Hoş geldiniz. Neredeyse sekiz yıldır yayın dünyasının içerisinde TRT Çocuk. Bu süre zarfında amatör kalemlerden ünlü isimlere, çizgi film öykülemelerinden şiirlere, pek çok ürüne yer vermiş popüler bir dergi. Emeği geçen isimleri “Dergi Mutfağı” başlığı altında görüyoruz künyede. Niçin mutfak, neler var bu mutfakta?

Mutfak metaforunun aile yapısında çok önemli olduğunu düşünüyorum. Eski Osmanlı evlerinde “hayat” vardır mesela, bütün odalar bir yere açılır ve her şey o hayatta yaşanır. Gerçek yaşam aslında oradadır. Modern hayata, yabancı filmlere baktığınız zaman bunun karşılığı oturma odası gibi algılanır ama bizim aile yapımızda, Osmanlı Türk aile yapısında hayatın karşılığı bugün mutfaktır. Çocuğun hayatı da en çok mutfakta geçer. Mesela Mehmet Akif’in annesinin, oğlunu sabah namazına kaldırıp kahvaltı hazırlarken bir yandan ders tekrarı yaptırması beni çok etkilemişti. Benim kendi çocukluğumda da mutfağın çok önemli bir yeri vardı. Annem ve babam Çerkezler ve biz hep Çerkez âdetleri, Çerkez mutfağı içerisinde büyüdük. Çerkez mutfağı çok emek ister. Annem çok titiz bir kadındı, bizi de mutfağa sokardı. Bugün bakıyorum anneler, aman çocuğum sen mutfağa girme, derslerine çalış diyor. Benim annem ilkokul öğretmeni, titiz bir kadındı ama bizi hep mutfakta yanında isterdi. Şimdi fark ediyorum sıkıntılı zamanlarımızda mutfakla terapi yapıyormuş bize. Normalde karşısına oturtsa, o kırmızı koltuğa yatırıp “Anlat bakalım okulda ne oldu, neden canın sıkıldı?” dese hayatta anlatmayacağız. Ama o bunun yerine derdi ki “Gel Hatice, seninle bir kurabiye yapalım”. Ben zaten kurabiye yaparken her şeyi anlatmaya, dökülmeye başlardım. Şimdi kendi çocuklarımda da görüyorum bunu… Çocuklar en çok ne zaman mutlu oluyor? Anne babasıyla birlikteyken, elleriyle bir şey yaparken. Biz istediğimiz kadar kariyer yapalım, yine de mutfakta çok vakit geçiriyoruz. Dergiler de çocukların hayatında önemli etkileri olması hasebiyle mutfağa benziyor. Biz o çocuğun hayatına dokunmaya çalışıyoruz. Nasıl anneleri babaları mutfakta dokunuyorlar, orada bir şeyler yeşeriyor, hayat orada bereketleniyorsa; inşallah dergiler de o mutfakla bereketlenecek diye ümit ediyoruz.

 

Dergide yayınlanacak metinleri seçerken nelere dikkat ediyorsunuz, “yayınlanabilir” dediğiniz metinler için kıstaslarınız nelerdir?

Dergimizin düzenli yazarları var, biz bir kurum dergisi olmamıza rağmen çok özgürlükçüyüz. Kendilerine bırakıyoruz yazarların, aylık genel bir kapak konumuz oluyor sadece. O da zaten editörlerimizle birlikte planladığımız bir başlık. Yazarlar kendileri ne yazmak istiyorsa, ona göre fikir sunuyor, öyle yazıyorlar. Özkan Öze konusunu kendi seçiyor mesela, Nefise Hanım her ay tarihle ilgili bir konu belirliyor. Ben kısıtlamanın berekete engel olacağını düşünüyorum. Sonrasında teknik ya da basit bir iki revize alıyoruz. Çok şükür, çok fazla revize almadan ayı tamamlıyoruz. Çünkü çocuk yazınında da, yetişkin edebiyatında da revizeler insanın hayal gücünü en çok kısıtlayan, sömüren faktörlerdir. Biz hamdolsun, TRT Çocuk olarak yönetimle çok uyumlu bir şekilde ilerliyoruz, sadece teknik birkaç revize alıyoruz.

 

 

Milli Eğitim Bakanlığının resmî sitesinden dergi arşivinize online olarak erişim mümkün. Dergide “Dinozor Makineler” “İbi” “Harika Kanatlar” gibi robotlarla ilişkilendirilebilecek öykülemeler yer buluyor. Son dönem sayılarınızda da “Zıplat” uygulaması etiketi dikkat çekiyor. Bu bağlamda derginin teknolojiyle ilişkisini, teknolojiye bakışını değerlendirebilir misiniz?

Ben teknolojiye çok önem veriyorum. Çocuklarımızı teknolojiden korumak istiyoruz ama benim fark yaş gruplarında üç tane çocuğum var, ana sınıfına, ilkokula ve ortaokula giden. Görüyorum ki ne kadar uzaklaştırmaya çalışırsanız, ne kadar yasaklarsanız o kadar çekici hâle geliyor. Peki, ne yapmamız lazım? Onlarla beraber yol alacağız. Biz de bu yollardan bir şekilde geçtik, çocuk olduk. Bizim zamanımızda da ailemizin kısıtlamak, korumak istediği şeyler vardı. Mesela ben gayet milliyetçi bir ailede yetiştim, egrenlik bunalımlarıyla en çok yabancı şarkı dinlemek istiyorum o dönemlerde. Arka planda annemle babam konuşuyormuş, annem diyormuş ki “Bunu yasaklayalım, dinlemesin!” Babam da diyormuş ki “Bırak dinlesin, bizim yanımızda dinlesin ki en azından ne dinlediğini, ne yaptığını bilelim. Bu çocuk neye ilgi duyuyor, neler var zihin dünyasında şu an öğrenelim.” Mesela ben çocuğuma asla telefon kullanmayacaksın desem, biliyorum ki gizli gizli kullanacak. Geçen akşam en küçüğümüz diyor ki “Biliyor musun, babam birazdan kitap okuyacak.” Yani diyorum, okusun. “Telefonu alacağım o zaman.” “Bunu bana söylemen pek iyi olmadı,” diyorum. Hafta içi hiç televizyon izlemiyoruz mesela, yalnızca film izlediğimiz geceler var. Hafta sonları da telefona bakmalarına izin veriyorum ama benim yanımda bakacaksınız, diyorum. Kızım YouTube videoları seyretmek istiyor, asla seyretme desem hem ne seyrettiğini bilemeyeceğim hem de gizli seyrettiğinden emin olacağım… Teknolojiyi yasaklamak, o çocuğu daha çok teknoloji mahkûmu edecek. Gel beraber seçelim, ben zaten çocuk olmuşum, geçmişim o yollardan. Biraz konuyu değiştiriyormuşum gibi olacak ama bana "Neden çocuk kitabı yazdın?" diye soruyorlar. Ben hiç çocuk kitabı yazmayı düşünen biri değildim, neden bir kitap yazayım, neden hikâyemi anlatma ihtiyacı hissedeyim. Geçen yıl kızım ortaokula başlayınca, çocuk zorbalığıyla karşılaştım ben. Okul zorbalığı diye bir şey olduğunu fark ettim, aslında yirmi altı sene önce fark etmiştim zaten ama o seneler içinde bitti, artık mükemmel bir dünya var, artık hepimiz kardeşiz sanıyordum. Hayır, sahneler değişiyor, dekorlar değişiyor, kıyafetler değişiyor ama roller hiç değişmiyor. Sadece insanların isimleri değişiyormuş. Annemin Kayseri’nin bir köyünden çıkıp da öğretmen olmak için çektiği mücadeleleri, ben otuz sene sonra çektim. Belki Kayseri’de değildim, İstanbul’un başka bir semtindeydim ama ben de yaşadım. Ben de kendi hayallerimi gerçekleştirmek için çeşitli sıkıntılar çektim. Annem kendi çocukluğunda arkadaşlarından eziyet gördü, alay edildi onunla, ben de ilkokuldayken arkadaş bulamadım. Kızım dedi ki “Senin zamanında da var mıydı; seni aslında seviyorlar ama arada dışlıyorlar mesela, sana da oldu mu?” Sonra ben gittim Ormanın En Sıradan Ağacı’nı yazdım, kızıma söylememiştim. Kitabı okudu ve bana dönüp dedi ki “Sen bunu bana mı yazdın?” “Hayır,” dedim “Yirmi altı sene önce okuldaki duvarın kenarında ağlayan Hatice’ye yazdım.”

Ben Cahit Zarifoğlu’nu çok severim, seneler önce demiştim ki “İnşallah çocuklara bir gün bir hayrım dokunursa, onun sadaka-yı cariyesine yazılsın.” Bugün insanlar geliyorlar, diyorlar ki biz portakal ağacıyla büyüdük. Aradan on beş sene geçmiş, en kötüsü de o, diyor ki “O zamanlar ilkokuldaydım, sizi severek okurdum”. Çok fena oluyorum o zaman. (Gülüşmeler) Şimdi de benzer bir şekilde gelip diyorlar ki “Oğlum birinci sınıfa gidiyor, sizin kitabınızı heceleyerek öğreniyor okumayı.” Bu çok kıymetli bir şey, ben de çocukken Mavi Kuş dergisini çok severdim, Mevlana İdris’in yazdıkları, Dağıstan Çetinkaya’nın çizdikleriyle çocuk dergiciliğine âşık oldum. Yedi sekiz yaşlarındayken, babam bize Mustafa Ruhi Şirin kitapları alırdı. Cahit Zarifoğlu’nun Serçekuş’unu, Gül Ağacı’nı çok severdim. Annem de mesela yemek kitapları alırdı bana. İkisi de farklı açılardan kariyerimi planlamışlar aslında. (Gülüşmeler)

 

Derginin vizyonunu ve misyonunu nasıl açıklarsınız? Okur mu dergiyi seçer, yoksa dergi mi okurunu seçer?

TRT Çocuk Dergisi şu anda piyasadaki en ucuz dergilerden bir tanesi, bu bizim için çok önemli. Ormanın En Sıradan Ağacı’nı geçenlerde Bitlis’in bir köyüne gönderdik mesela, fotoğraf geldi oradan, sobanın başında okuyorlar. Çocukların formaları yok, belki de hayatlarındaki ilk ciltli kitapları. Çocukların hayatına dokunmak çok önemli, bu yüzden en önemli okur kitlemiz Anadolu’daki çocuklar. Sonra onların bize gönderdiği masallar, çizimler çok kıymetli. “Hatice Abla, gönderebilir miyiz?” diyorlar, gönderin diyorum, yayınlıyoruz. Mesela benim ablam hep anlatır, bir tane hikâye yazmış. Diyor ki o zamanlar Dostoyevski okuyorum, görsen Dostoyevski’nin Türk versiyonunu yazmışım. Dergâh Yayınlarına göndermiş. Ne cesaret! Mustafa Kutlu bana bir mektup yazdı diyor, hâlâ unutamamış. Ablamın hayatındaki başarı çizelgesinde o mektubun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ben de çocuklara diyorum ki “İnşallah bir gün ben de senin kitabının imza sırasına girerim.” O çocuğun hayatında birinin bunu söylemesi çok önemli.

Melike Günyüz geçen gün dedi ki “Her başarılı kadının arkasında bir erkek vardır, babasıdır. Her başarılı erkeğin arkasındaki kadın da ananesi ya da babaannesidir.” Ben de ailenin rolünü çok önemsiyorum. Annem hep der ki “Çocuğunun elini asla bırakmayacaksın.” CV’ime baksanız, ne kadar başarılı olduğumu düşünürsünüz. Ben Marmara İşletmeyi kazandığımda çok üzülmüştüm; babam ODTÜ Fizik mezunu, ablam Boğaziçi Fizik Bölümünde, annem ilkokul öğretmeni. Ben herhalde ailenin yüz karasıyım diye düşünüyordum. Üniversitenin ilk döneminde Boğaziçinde bir yaz okuluna katıldım, dışarıdan ders alabiliyorsunuz. O zaman öğrendik ki yatay geçiş diye bir imkân varmış. Dediler ki İngilizce sınavına gireceksin, ben İngilizce biliyorum ama sınav kaygım var. Anadolu Lisesi sınavını çaktırmadan yırtıp bizimkiler görmesin diye kömürlüğe saklamış biriyim. O sınava girmemde ısrar ettiler ve B ile geçtim. Çocuğun kendisinde göremediğini anne babası görüyor. Çocuklarına güvenmeleri, ümidini kırmamış olmaları çok önemli. Biz sanki hayatımızın her evresinde yanlış yoldaymışız gibi hissediyoruz. Allah’ın bizim için düşündüğü bir yol var ve biz göremiyoruz, ilk çıkışlardan çıkmaya çalışıyoruz her fırsatta. TRT Çocuk için ilk görüşmeye gittiğimde, herkes taslak dergisini bastırıp getirmiş, benim elimdeyse sadece bir harici bellek var. Ama o belliğin içinde; o sıra piyasada hangi çocuk dergileri var, dünyada en iyi örnekler nelerdir, on sene sonra bu dergiyi nereye getirmek istiyoruz, bir çocuk dergisi ile teknolojiyi nasıl ilişkilendiririz, hepsinin cevabı var. Bana o zaman dediler ki “Sen çok güzel bir işletme sunumu hazırlamışsın.” Ben o sunumu hazırladıysam, beş senedir TRT Çocuk Dergisini çıkarıyorsak hem ağlaya ağlaya okuduğum Marmara İşletmeden hem de Boğaziçi Edebiyattan aldığım eğitim sayesindeymiş, ikisini birlikte okumam gerekiyormuş, o zaman anladım. Bir de eşinizin desteği çok önemli tabii, sonra eşim diyor ki benden hiç bahsetmiyorsun. (Gülüşmeler)

 

Uzmanlar, bu çağın çocuklarının “özel” hissetmek gibi bir dertleri olduğunun altını çiziyor sürekli. Ormanın En Sıradan Ağacı, “herkesin” özel olduğunu vurgulaması, o güzelliği bulmak için dikkatli bakmak gerektiğine işaret etmesi bakımından çok kıymetli, bir kez daha tebrik ederiz. Son sorumuz hem bir çocuk dergisinin genel yayın yönetmenine hem de yazar Hatice Tülün’e: Bundan sonraki projeleriniz neler?

Portakal Ağacına başladığımda babama soruyorlardı bir getirisi var mı diye, babam da diyordu ki “Getirisi yok ama götürüsü çok.” Çünkü sürekli, baba yeni tabak alalım, hep aynı tabakla fotoğraf çekiyorum diyordum. Boğaziçi Üniversitesine geçtiğim sene, mutlaka her ders arasında işe geleceksin demişti bana. Arkadaşlarım diyordu ki “Biz üç yüz lira burs alıyoruz, sen babandan yüz elli lira maaş alıyorsun, ne diye bu kadar uğraşıyorsun?” Ama son senemizi hatırlıyorum, herkesin iş bulma kaygıları varken benim yoktu. Ben babama “home office” çalışmak istediğimi söylüyordum, o da bana diyordu ki “Home olup kalacaksın sonunda!” Okurken, henüz daha öğrenciyken bir şeyler üretmek çok kıymetliymiş, o zamanlar anlayamıyoruz.

İş yerinde otuz tane erkek var, biz ablamla en arkada oturuyoruz, o zamanlar her gün işe gidip geliyor ablam. Onu görünce “Sen bir akvaryumda yaşıyorsun.” diyordum, sonra o akvaryuma ben düştüm. Babam camın önünden elinde kâğıtla geçerdi: “Boş boş oturma, bir şey üret!” Allah’ım şu saatler geçsin de eve gideyim diye bakardım, bir gün dedi ki “Bu iş yerinin web sitesini yapacaksın.” Ben edebiyat okumuşum, divan edebiyatı, Ömer Seyfettinler, Jön Türkler derken nasıl bilgisayar şirketine web sitesi yaparım dedim. Yapacaksın dedi. Bak bakalım, bu insanlar web sitesine neden giriyor? Biz o zamanlar bilgisayarlarla alakalı yabancı kaynaklardan çeviri yapıyoruz. Sene 2003, Türkiye’de bu konuda ciddi anlamda kaynak sıkıntısı var. Hatta ben blog yazıyorum dediğimde “o ne” diyorlardı. Ben internet içeriğinin ve sunumun önemini o işle anladım. Sitenizin içeriği kıymetliyse insanlar girip bakıyor. Babam bana “Sen pazarlama kurumsal marka direktörü ol, bu işle uğraş.” dedi, herhalde beni motive etmek için uydurmuştu bu ismi. Sabah sekizden beşe kadar o plazanın on üçüncü katında durmaya mecburdum, ben de içerikler üretmeye, aşağıda yürüyen insanların fotoğraflarını çekip sitede paylaşmaya başladım. Bizimkilere hiç söylemeden “Portakal Ağacı” bloğumu açtım. Bana neden bu ismi seçtiniz diye soruyorlar. Bakıyordum Amerika’da herkes sevdiği bir şeyle alakalı isimler seçmiş, ben de gözümü kapattığım zaman hep portakal ağaçları görüyordum, mutlu oluyordum, ondan seçtim. “Türkiye’nin en muhteşem yemekleri” desem insanlara bu kadar samimi gelmezdi. Orada aslında tarif vermiyorum, hayatımdan hikâyeler anlatıyorum. Biz yemek yapmayı sevmiyoruz, on beş senedir Hatice’nin hayatını okumayı seviyoruz diyor insanlar. Yirmi iki yaşında annemden gizli yemekler yapıp paylaşıyordum, sabahları daha kahvaltı hazır değilse, hayır mutfağa girmeyin diye bağırıyordum, bunları okuyorlardı. Sonra evliliğime, ilk çocuğum Ayşe İkbal’in doğumuna şahit oldular. Mesela sokakta Ayşe İkbal diye bağıramıyorum çocuğuma, tanıyan çıkıyor o zaman. Sonra Muhammed Musab’ı, İbrahim Yusuf’u tanıdılar. Nereden nereye geldiğimi gördüler hep. Şimdi söyleşilere gittiğim zaman moderatörlar diyor ki insanlar arkadaşınızmış gibi sarılıyorlar size. Yıllardır her gün ne yaptığımı biliyorlar çünkü diyorum, doğumumdaki sevincimi de, bebeğimi kaybettiğimdeki üzüntümü de biliyorlar. Öyle bir samimiyet var aramızda. Ben sadece yemek tarifleri verseydim böyle bir samimiyet oluşmazdı. Bana internet sitesinden nasıl para kazanılır diye soruyorlar, öncelikle ilk hedefinizin para kazanmak olmaması lazım diyorum.

2017’nin sonuna geldiğimiz şu günlerde benim niyetim sosyal medyayı, bu teknolojiyi kullanarak hayra vesile olmak. Çünkü sosyal medya insanın nefsini çok kabartan, hayırdan çok şerre vesile olan bir mecra. Annelik mesela, herkes mükemmel anneymiş gibi görünüyor. Geçen gün bir takipçim yazmış bana, “Geçen gün sizi bir restoranda gördüm çocuklarınızla birlikte. Garsona, çocuğuma kızar mısınız diyordunuz. Rahatladım vallahi sizi öyle görünce.” Hiçbirimiz mükemmel değiliz. Beni konferanslara çağırıyorlar mükemmel anneliği anlatmam için, ben size annelik çorbası diye bir şey anlatayım isterseniz diyorum, yok çünkü öyle bir şey. Çocuklarım sokakta bağırıyorlar bana “Dünyanın en kötü annesisin.” ya da “Koyun sıpasısın!” diyorlar. Allah’tan doğru ezberleyememişler. Arkeoloji müzesine götürüyorum ama çocuğum koyun sıpası bir annesin diye bağırıyor. (Gülüşmeler) Sosyal medyada göründüğü gibi mükemmel anneler değiliz hiçbirimiz. Ya da her gün farklı bir elbise giysem, herkesin çok hoşuna gidecek. Ama bu ben değilim! Bu Hatice’yi tanımlayan bir şey değil, yapamam. Onun yerine hayra vesile olmak için bir hastag açtım mesela, Portakal Ağacıyla #almışkadaroldum diye. Almayarak, biriktirerek Allah’ın izniyle bir yetimhane açılmasına vesile olmak istiyordum. En yakınlarıma söylesem “Hatice yine hayallere başladı” derler ama sosyal medyada benimle aynı hayali kuran pek çok insan gördüm. İyilikhane Derneği bana yazdı mesela, Bangladeş’te bir yetimhane açmaya çalışıyoruz, destek olmak ister misiniz diye. 9000 Euro maliyetinde bir yetimhane açma niyetiyle çıktık yola. Allah’ım dedim, toplanmayacak bu para, rezil olacağım, Portakal Ağacı markası yerle bir olacak. Babam kızdı, ne yapıyorsun sen, hesabına para mı topluyorsun diye, yok baba dedim. Sonra kendi kendime dedim ki burada senin rezil olman mı önemli? Sen kendi markan için mi bir şey yapıyorsun? Belki bin lira toplanacak ama bir yetimin duası kabul olacak. Ve biz 124 bin 600 kira topladık, çok şükür. Hem mutfağı hem yetimhaneyi yaptık. Hem benim duam hem de sayfama yazan binlerce insanın duası kabul oldu. Allah hayra vesile etsin deyince, kendini aradan çekince hiç aklınıza gelmeyecek işler oluyor. Eşim diyor ki “Şu kişinin bir milyon takipçisi varmış, senin nasıl yok?” Her gün çilekli çikolatalı şeyler paylaşsam benim de olur ama ben milyonlarca takipçim olsun istemiyorum, insanların duasını almak istiyorum. Onlarla beraber hayırlı işler yapabilmeyi hayal ediyorum. Bazen bana gelip diyorlar ki “Hatice Hanım, sizinle ilgili şöyle olumsuz bir yargım var.” Diyorum ki lütfen dua edin, Allah Hatice’yi nefsine uydurmasın. Sosyal medyada nefsimizi kabartmasın, fark etmeden şerre sebep olacak işlerden korusun.

Gelecek planım bu, hayra vesile olmak.

 

Söyleşi boyunca şöyle bir şey hissettik; “çocuklarımızın ellerini bırakmayacağız” dediğinizde onlara bir kitapla, dergiyle ulaşmanın ne kadar zarif bir el tutma biçimi olduğunu düşündük. Babanızla ilişkinizi dinleyince, “sen bir kitap yazacaksın” ya da “üreteceksin” demenin de bir çeşit el tutmak olduğunu fark ettik. Sonrasında bunları bizimle paylaşmanızın da bizlerin elinden tutmak olduğunu gördük. Ve son olarak, iyi ki bu konuştuklarımız kaydoluyor, daha çok insana ulaşacak diye sevindik. Bu vesileyle onların da elinden tutacaksınız.

Annem ’80 darbesinden sonra öğretmenliği bırakmak zorunda kalmış bir kadın ve hâlâ öğretmenlik hayatım diye başlayan her cümlesi ağlamakla bitiyor. Annemin vizyonu, kendi rızıklarını kazanan evlatlar yetiştirmekti. Hep bunun için dua ederdi, hatta bazen der ki keşke bu kadar istemeseydim, şimdi de çok çalışıyorsunuz.

Ben evlatlarımın çabaladığımı görmelerini istiyorum. Çocuğunuz sizi üzgün görmesin diyorlar, hayır, çocuğum benim üzüldüğümü de, ağladığımı da, başarısız olduğumu da görsün. Ama sonra o düştüğüm yerden kalktığımı da görsün Allah’ın izniyle. Benim için en kıymetli olan, çocuklarıma da aktarmaya çalıştığım budur.