Çizgi romanda ağırlıklı olarak baba-oğul ilişkisinin daha yoğun olduğu görülürken aslında, anne de romanda çok merkezi bir konumda olup çocuklarının hayatlarını en az baba kadar etkilemektedir.
Tanımların tam olarak ait oldukları kavramları açıklayamayacağı, kelimelerin eksik kalacağı, keskin sınırların mevcudiyetinin temellerinin sarsıntılı yerlerde konumlandığı düşüncesiyle, Yahudi edebiyatının tanımının ne olduğu ve ne şekilde anlatılması gerektiği sorularını cevaplamak zor olacaktır. İlk önce Yahudi edebiyatı adını açıklamaya çalışmakla yola çıkılsa da, bu adlandırmanın kesinlik kazanmadığı görülecektir. Yahudi edebiyatı nedir ve Yahudi edebiyatına neler dâhildir? Bir esere Yahudi edebiyatı sınırını çeken nedir? Sınırı çekenler sadece içerik, dil, yazar ve okur mudur? Sayılan bu dört özellik birden Yahudilikle ilintili olursa o eser Yahudi edebiyatına girer mi yoksa dört özellikten bir tanesi de eserin Yahudi edebiyatı sınırlarına girmesi için yeterli midir? Yahudi kelimesiyle ırk mı vurgulanır yoksa din mi? Yahudi edebiyatı içinde sadece acıları ve dini atıfları mı barındırmalıdır? Yahudi edebiyatının ana toprağı neresidir? Yahudi edebiyatı, İbrani edebiyatı, Holokost edebiyatı, Amerika Yahudileri edebiyatı, Yidiş edebiyatı, Aşkenaz edebiyatı… Hepsinin çatı ismi Yahudi edebiyatı mıdır yoksa Yahudi edebiyatı hepsinden ayrı bir edebiyatı mı temsil eder? Laurent Mignon, Hüzünlü Özgürlük adlı eserinde yer yer bu tanımın zorluğundan, içiçe geçmişliğinden bahseder. Örneğin İsrail vatandaşı olan ve Arabesk’in yazarı Filistinli Hristiyan Arap Anton Şammas hangi edebiyata dâhildir (Mignon 46)? Arabesk’i İbranice yazarken onu Filistin, Arap ve Hristiyan edebiyatından ayıran nedir? Bütün bunlar düşünüldüğünde tanımların eksik kalışı, sınırların net çekilemeyeceği, sınırların mevcudiyetinin temellerinin hep sarsıntılı ve sürekli yer değiştiren temeller olduğu düşüncesi anlam kazanacaktır. Sınırların net çekilemeyeceğine dair diğer bir örnek ise bu yazının konusu olan Michel Kichka’nın İkinci Kuşak: Babama Söylemediklerim adlı çizgi romanının hangi edebiyata dâhil oluşu ve olması gerektiğidir. Michel Kichka’nın babası Belçika kökenli iken, annesi de Polonya kökenli olup antisemitizmden dolayı İsveç’e yerleşmiştir. Kichka, Belçika’da büyümüş fakat ergin olunca İsrail’e yerleşerek burada bir yaşam ve aile kurmuştur. İkinci Kuşak: Babama Söylemediklerim’i ise Fransızca kaleme almıştır. Çok kültürlü ve çok dilli aile yaşamı göz önüne alındığında, İkinci Kuşak: Babama Söylemediklerim hangi edebiyata dâhil edilmelidir? Holokost edebiyatına mı, İbrani edebiyatına mı, Fransız edebiyatına mı, Belçika edebiyatına mı ya da Polonya ve İsveç edebiyatına mı? Eserin, sınırlarına girdiği düşünülen edebiyata onu dâhil eden sınırlar nedir? Yahudi edebiyatı ve Holokost edebiyatı evet ama ya diğerleri?
Genelde Yahudi edebiyatı özelde ise Holokost edebiyatı ilgilenmeye çalıştığım alan olduğu için Michel Kichka’nın İkinci Kuşak: Babama Söylemediklerim adlı çizgi romanı “yetişkin” anlatılarından, betimlemelerinden bir nebze sıyrılabilecek bir alan ve görüş açısı sağlıyordu. Nazi Almanyası’nın “ötekilere” yaşattıklarına tanıklık eden eserleri kendi çatısı altında toplayan Holokost edebiyatına dair roman, günlük, deneme, anlatı gibi türlerde yetişkin eserlerini görmek ve okumak çok muhtemel. Peki, ama ya çocuklar? Çocuk kitaplarında Holokost benzeri felaketler işlenmeli midir? Felaketler çocuk kitaplarında işlenmemeli ise neden işlenmemeli veya felaketler çocuk kitaplarında işlenmeli ise nasıl ve ne yolla işlenmelidir?
İkinci Kuşak: Babama Söylemediklerim 2012 yılında Fransa’da yayımlanmış, aynı yıl İzel Rozental tarafından Türkçe’ye çevrilmiş ve Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın tarafından basılmıştır. İkinci Kuşak: Babama Söylemediklerim adlı çizgi romanı aslında bir otobiyografi kitabıdır. Kahramanlar: yazarın kendisi Michel Kichka, yazarın annesi Lucia Kichka, babası Henri Kichka, kız kardeşleri Hannah ve Irène Kichka, erkek kardeşi Charly Kichka ve akrabalarıdır. Kitap dört bölüm ve bir son sözden oluşmaktadır. Çizgi romanın merkezinde olan yegâne şey “Yahudi olma” durumudur.
Yahudi olan Henri Kichka ve ailesi Nazi Almanya’sı tarafından Almanya’daki toplama kamplarından biri olan Buchenwald toplama kampına sürülür. Bu kampta bütün ailesini kaybeden Henri Kichka, 11 Nisan 1945 yılında Buchenwald’ın kurtarıldığı gün, sağ kimseyi bırakmak istemeyen askerin silahından ölülerin arasına yatıp ölü taklidi yaparak hem ölmekten hem de kamptan kurtulur. Henri Kichka, Holokost’tan sağ kurtulup ait olduğu topraklara yani Belçika’ya döndükten sonra Django Reinhardt’ın "Clouds” adlı müziği eşliğinde kendisi gibi sürgün olan Lucia ile evlenir (Kichka 26). Lucia ve ailesi savaş döneminde Polonya’da yaşarlarken antisemitizmin artmasından dolayı İsveç’e göçerler ve burada hayata tutunurlar. Anne Lucia “Baba [Henri] kadar acı çekmemiştir” (Kichka 28). Henri ve Lucia geçmişlerindeki “felaketin üstüne çizgi çekip” hayatlarına kaldığı yerden devam etmeye çalışmış ve dört çocukları olmuştur. Çocuklardan biri olan Michel Kichka, felaketi ve bu felaketin anne babasının duygu durumlarına nasıl etki ettiğini ve bu etkiyle beraber ebeveynliklerinin nasıl şekillendiğini ele alan bu çizgi romanı yazmıştır. Bir hesaplaşma romanı olan bu eserde, Michel ve kardeşleri, geçmişin onlara aktarılan ya da aktarılması reddedilen kısımlarıyla beraber “ikinci kuşak” sendromuyla yüzleşmektelerken baba Henri de bir noktada yok saydığı, anlatmak yerine susmayı seçtiği acılarla ve geçmişiyle Charly’nin intiharı sebebiyle yüzleşmek zorunda kalır.
Eserin başında küçük bir çocuk olarak karşımıza çıkan Michel, çizgi roman bittiğinde yetişkin biridir. Kitabın başından sonuna çocukluktan yetişkinliğe giden bir kişinin her döneminde aynı “sorunu veya soruyu” farklı şekillerde görmesi, araştırması ve düşünmesi görülür. Başlangıçta anlatıcı ve odak Michel’dir. Sayfalar ilerledikçe odağa babası, annesi ve kardeşleri gelir. Aslında, Michel gibi hepsinin aynı sorunun etrafında döndüğünü görülmektedir. Michel aralarında zihin sağlığını en iyi koruyabilen biridir belki de. Nazi Almanya’sı döneminde Yahudi oldukları için toplama kampına yollanan ve her şeyini kaybeden babayla, kendi ait olduğu toprakları terk etmek zorunda kalıp başka ülkeye sığınan bir annenin çocukları olarak ikinci kuşak sendromuyla nasıl boğuştukları Charly’nin ölümü ile daha net anlaşılır. Charly, üstü kapatılmak istenen, bittiği ve yeniden gerçekleşmez sanılan geçmişe yenik düşerek (veya düşürülerek) intihar etmiştir. Baba Henri ile anne Lucia’nın yaşadıkları felaket ve acılardan dolayı onlar için hayat yaşamaya değecek kadar güzel bir şey değildi. Michel Kichka, İzel Rozental’a verdiği röportajında, hem anne babasının hayata bakışlarını hem anne babasının onları hayatın zorluklarıyla baş edebilmek için cesaretlendirmediklerini hem de hırs ve isteği evlatlarına aşılamadıklarını ve bu sebepten ötürü Charly’nin de bir noktada hayatı yaşanacak kadar güzel göremediği için hayatına son verdiğini dile getirmiştir. Nazi Almanyası’nın “ötekilere” sıktığı kurşunun travması da Charly’de vücut bulmuştur adeta. Charly vicdani ret nedeniyle askerlik yapmamıştır ama ölümden babası gibi kurtulamamıştır (Kichka 64). Babasının dış görünüşüne en çok benzeyen Charly, ölüm yürüyüşündeki duruşu babasına benzeyememiş, babasının aşmış ve ötesine geçmiştir.
Çizgi romanda ağırlıklı olarak baba-oğul ilişkisinin daha yoğun olduğu görülürken aslında, anne de romanda çok merkezi bir konumda olup çocuklarının hayatlarını en az baba kadar etkilemektedir. Kichka romanında sert bir şekilde yargılamak yerine, onları anlamayı seçen bir yerden anne ve babasının davranışlarını eleştirel bir gözle çizmeyi ve anlatmayı tercih etmiştir. Anne ve babanın sevgisizliği Holokost travmasının bir sonucudur aslında. Michel annesinden bahsettiği bir bölümde annesinin babası için çocuk yapmayı sevdiğini ama o çocuklarla ilgilenmekten hoşlanmadığını söylemektedir (27). Michel Kichka anne Lucia’yı despot, sabit fikirleri olan, çocuklarını anlamayan, bencil, ilgisiz ve sevgisiz bırakan bir anne olarak tasvir ederken bir yandan da kızgın suratlı olarak resmeder. Babayla ilişkinin daha yoğun olarak tasvir edildiği yerlerdeki anlatının dili ise şefkat, anlayış ve empati içeren bir eleştirel dildir. Michel Kichka, baba Henri’yi yumuşak hatlarla anlattığı gibi yumuşak hatlarla resmeder. Babasıyla gülebilir Michel, annesiyle gülemediği kadar.
Bastırmaya çalıştıkları her şey, daha güçlü bir şekilde geri dönerek yaşamlarının tam ortasında her an onları rahatsız etmektedir. Örneğin ölülerle yaşamaktadırlar. Henri Kichka çocuklarına toplama kamplarında ölen Yahudilerin isimlerini vermiş ve bu sayede çekirdek aileleri “Almanlara karşı bir zafer kazanmıştır” (Kichka 26).
İkinci Kuşak: Babama Söylemediklerim’i Türkçe’ye çeviren İzel Rozental yazdığı ön sözde Art Spiegelman’ın Pulitzer ödüllü Maus adlı çizgi romanından bahseder ve Kichka ile Spiegelman’ın çizgi romanları arasındaki benzerlik ve farklılıklara değinir. Her iki eser de birinci kuşakla ikinci kuşağın hesaplaşmasını ele alır fakat aralarında fark vardır. Rozental, Kichka’nın romanında beyaz renklerin, Spiegelman’ın eserinde ise siyah ve koyu renklerin daha çok hâkim olduğunu savunur. Bu durumu Kichka’nın eserinin temelinde “iyimser ve sevecen” bir tutumun yattığını dile getirerek açıklar. Kichka’nın renk tonlamaları, babasıyla çatışmasını daha ılıman bir şekilde tasvir etmesi ve resmetmesi ve kendi benliğini merkeze koyup birinci kuşağı yargılamak yerine daha anlaşılır yerden merhametle bakması Kichka’yı daha farklı bir yere konumlandırmaktadır. Zıt eğilimlere sahip olduklarını söylemek her ikisine de haksızlık olacaktır çünkü Kichka, Spiegelman etkisinde eserini kaleme almıştır aslında. Eserinin çeşitli yerlerinde Maus’a yaptığı atıflar net şekilde görülmektedir.
Kichka eserini ben diliyle oldukça yalın bir şekilde kaleme almıştır. Kendi aile içi sorunlarını, gündelik hayatlarını, kendi tecrübe ettiği azınlık olma durumunu, dindar olmama durumunu ama sıkı çizilmiş sınırları, birinci kuşağın yaşananları reddederek nasıl bir “yeni hayat” kurmaya çalıştıklarını ama birinci kuşağın es geçtiği noktaların nasıl da ikinci kuşağı etkilediğini en içten, en bilinen yerden ve en merkezden dolaysız bir şekilde dile getirmiştir. Bu yalın anlatımla beraber mizahı da görmekteyiz. Peki, felaketin mizahı olur mu? Bu noktada Adorno’nun “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” sözü akla gelmektedir. Yaşanan felaketleri estetize ederek anlatırken felaketin gerçeklik zemininin sarsılması olasıdır. Acıyı estetik zemine oturtmaya çalışmak (mizahla, şiirle ya da başka bir yolla) “tüketim nesnesi/ürünü/objesi”ne dönüştürmeye yaklaştırmak demektir. Kichka’nın yaptığı mizah, felaketi tüketim nesnesi boyutuna indirgemeden, Rozental’ın da ön sözde bahsettiği gibi: “ne yaptınız ne ettiniz ama bizi yok edemediniz, işte kanıtı: Sizi mizahımızla un ufak ediyoruz!” minvalinde bir mizahtır (I). “Çizgili pijamaların son moda” oluşu, “Auschwitz’in tatil köyü” oluşu, “cep telefonlarını kollarına yazdırmaları” ve “kapoların animatör olmaları” yok edilemeyenin un ufak ediş mizahıdır (Kichka 97).
Baba Henri’nin uzun yıllar Holokost ve o dönemde yaşadığı acılar hakkında konuşmayı reddetmesi ve Charly’nin ölümüyle beraber suskunluğa son verip Holokost anıtlarına ve müzelerine geziler düzenlemesi, bu konu üzerine kitaplar yazıp söyleşilere katılarak tanık olmaya karar verişi var olma hissinin doruk noktası, geçmişine meydan okuma kararıdır. O, felaketin birinci dereceden tanığı olarak ve acıları anlatmaya çalışarak çocuklara, gençlere ve erginlere yok olmayan ve oldurulamayan Yahudi benliklerin varlığını göstermek istemekte ve felaketlerin tekrar yaşanmaması için bir tanık olarak çabalamaktır. Felaket zamanı her zorluğa susan, her acıya katlanan, sağlıklı görünmek zorunda olan, şikâyetlerini yutmak zorunda olan Henri, Michel için hayatının geri kalanında hep şikâyet eden bir insan, baba ve eşti. Henri şikâyet edebilme lüksüne artık sahip olduğu için şikâyet ediyordu. Şikâyet etme ve edebilme eylemi de bir zamanlar ölümle kalım arasındaki o ince çiziydi. Şikâyet etmediği kadar var olabilen bir “insan”ken artık şikâyet edebildiği kadar bir insandır Henri.
Çocuk Ekseninde Felaket
Michel Kichka İkinci Kuşak: Babama Söylemediklerim’de, acıyı hem estetize ederek hem de mizahla harmanlayarak ve bunların yanı sıra, beyazın gücüyle beraber okuyucuya bir tarih anlatımı, bir tarih metni sunuyor. Peki, İkinci Kuşak: Babama Söylemediklerim çizgi romanı çocuklar için uygun mudur? Söylemler, tasvirler ve anlatı bir çocuğun hayal dünyası için ne kadar uygundur? Çizgi romanların toplumsal bir derdi olmalı mıdır?
Çizgi romanın toplumsal bir derdi olmalı mıdır sorusuna cevap, topluma ve edebi eserlere nereden bakıldığı noktasında değişkenlik gösterecektir. Çizgi romanların toplumsal bir derdi olmalıdır veya çizgi romanların içerisinde toplumsal dertlerden bizleri uzaklaştıracak resimlerle donatılmış komik hikâyeler olmalıdır gibi iki ayrı noktalardan bakılabilinir. Fakat ikisinin de beslendiği kaynak hemen hemen ortaktır. Uğur Gündüz’ün belirttiği gibi: “sanayi toplumlarda; sağduyulu bir varlık olan insanı, günlük uğraşlarında hapsolmuş kişiliksiz bir kuklaya dönüştürmek amacıyla, uygarlığın simgesi olan çeşitli objeler üretilir. Çizgi roman da […] bu çabanın bir parçası olma yolunu tutmuştur” (6). Bu tanıma göre çizgi romanlar, bir avuntu ve toplumsal sorundan kaçış nesnesi olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsanı toplumsal ya da bireysel sorunlardan koparıp anda tutan çizgi romanların varlığı kadar, toplumsal sorunları ele alan ve bunu resim-yazı bütünlüğü içerisinde okuyucusuna ileten çizgi romanlar da mevcuttur. Tam bu noktada akla Michel Kichka gibi toplumsal bir sorunu işleyen Joe Sacco’nun Filistin adlı çizgi romanı da gelmektedir. Sacco Birinci İntifada döneminde Filistin’de bulunmuş ve gördüklerini, yaşadıklarını çizgi roman arayıcılığıyla okuyucusuna sunmuştur. Edward Said Filistin’e yazdığı ön sözde, bir “çocuğa” öğretilenleri ve çocuğun bildiklerini yerle bir eden çizgi roman(lar)ın okuyucuyu nasıl hissettirdiğini ve okunan çizgi romandan sonra okuyucunun artık nerede konumlandığını şöyle açıklamaktadır: “Hâlâ hayran olduğum yöntemleriyle çizgi romanlar, bin türlü ideolojik ve pedagojik baskıyla şekillenmiş bildik düşünme biçimlerine meydan okuyan, başka türlü söylenemeyecek şeyleri, çizgi filmlerden ve gazete karikatürlerinden daha çarpıcı bir şekilde söylerdi. [Ç]izgi romanların beni başka türlü düşünmeye ve görmeye sevk ederek özgürleştirdiğini hissediyorum” (II). Bu noktada Edward Said’in “özgürleştirme” söylemi, çocukları eğlendiren konular dışında farkı konular üzerine düşünmeye sevk eden çizgi romanların varlığının da ne derece önemli olduğunun vurgusudur. Felaketin, ötekileştirmenin, ırkçılığın ne olduğunu anlamak, felaketin büyüklüğünden anlam(lar) çıkarmak, acılara ve ölümlere karşı koymaya çalışmak sadece erginlerin değil, çocuk ve ergenlerin de fark etmesi ve öğrenmesi gereken bir durumdur. Mutlu sonlu ve anlık heyecan bahşeden çizgi romanların yanında Holokost ve Filistin gibi çocuklara acı ama “gerçek” bir yerden olayların aktarılması çocukları bildikleri hayal dünyalarından çıkartıp onları başka hayatların, acılar ve mutlulukların da mümkün olduğu üzerine düşünmeye itebilir. İkinci Kuşak: Babama Söylemediklerim, Maus ve Filistin gibi çizgi romanların küçük yaşta başlayan akran zorbalığı, ırkçılık, ötekileştirme gibi negatif yaklaşımlara dair etkisi olasıdır. Ötekinin de insan olduğu, acı çektiği, ailesi olduğu, kötünün kime göre ve neye göre tanımlandığı üzerine düşünmek çocuklar açısından eğitici olacaktır. Bu noktada Mustafa Ruhi Şirin’in Çocuk Edebiyatına Eleştirel Bir Bakış adlı eserinde yer alan “Sorun Odaklı Çocuk Edebiyatı” başlıklı yazısı akıllara gelebilir. İkinci Kuşak: Babama Söylemediklerim çocuk edebiyatının neresinde konumlanmalıdır?
Mustafa Ruhi Şirin, Çocuk Edebiyatına Eleştirel Bir Bakış adlı eserinde “Sorun Odaklı Çocuk Edebiyatı” başlıklı yazısında, Peter Härtling’in Aslanlarını Arayan Çocuk adlı eserini örnek vererek sorun odaklı eserlerin giderek yaygınlık kazandığını dile getirmiştir (87). Şirin, “her türlü ihmal, fiziki, ekonomik, cinsel ve duygusal istismar, boşanmış aile çocukları, engelli olma durumu, göç çocukları, savaş mağduru gibi güç koşullardaki çocuklar, aile içi iletişimsizlik, iletişim araçlarının etkileri, ırkçılık-ötekileştirme ve çevre sorunları” gibi sorunların çocuk edebiyatının konusu olabileceğini dile getirmiştir (88). Şirin’in saydığı konular bağlamında İkinci Kuşak: Babama Söylemediklerim yeniden düşünüldüğünde, eserin sorun odaklı çocuk edebiyatının sınırları içerisinde olduğu varsayılabilinir. Eserde, “istismar”, “göç çocukları, savaş mağduru gibi güç koşullardaki çocuklar, aile içi iletişimsizlik” ve “ırkçılık-ötekileştirme” Michel gözünden okuyucuya aktarılır (Şirin 88). Tecrübesi zor olan bu yaşamın, -birkaç kare dışında- resimlere ve yazılara yansıması oldukça hafifletilmiştir. Şirin’in saydığı konular itibariyle “sorun odaklı çocuk edebiyatının sınırları içerisinde olduğu varsayılabilinir” denilse de, okur sadece çocuk edebiyatı sınırları içerisinde var olamayacak bir eserle karşı karşıyadır. Eserin okurunu tayin etmek oldukça zor ve güçtür. Çocuk, ergen ve ergin sıralamasında baktığımızda her yaş grubunun bu eserden alacakları farklılaşacak ve yaşa göre derinlik ve değişkenlik kazanacaktır. Çocuk edebiyatı bağlamında düşünüldüğünde, empati yeteneği, başka hayatların varlığı, acının evrenselliği, iyi ve kötü ayrımı gibi bakış açıları kazanılacağı gibi, ergen ve erginler için ise tarih metni, ideoloji, dönem siyaseti ve yazarın yaklaşımları önem kazanacaktır.
İkinci Kuşak: Babama Söylemediklerim’in “son söz” adlı bölümünde yazar Michel Kichka, on yıl boyunca bu eseri kurguladığını ve babası öldükten sonra bu eseri yazmak istediğini fakat Tel-Aviv’de yaşayan ve uzmanlık alanı Holokost travmaları olan psikolog arkadaşının onu teşvik etmesiyle babası ölmeden bu eseri yazıp yayınlamaya karar verdiğini dile getirir. Ortaya nasıl bir şey koyması gerektiği konusunda çıkmaza düşen Michel Kichka: “Basın karikatüründe ve çocuk kitaplarını resimlemekte yeterince deneyimliydim. Ancak böylesi bir çizgi romana girişmek hepsinden daha iddialıydı” diye düşünmektedir (102). Kichka, -sırasıyla- çocuğun, ergenin ve erginin gözünden anlattığı felaket, Yahudi olma durumu, ırkçılık, ikinci kuşak, yüzleşme, anne baba ve evlat ilişkileri ile basın ve çizim tecrübesini birleştirerek okuyucunun rahatlıkla okuyup üzerine düşünebileceği ve bu sayede başka hayatları da tanıyabileceği İkinci Kuşak: Babama Söylemediklerim’i kaleme almıştır.
Kaynakça
Gündüz, U. (2004). Bir Popüler Kültür Ürünü Olarak Çizgi Romanın Kültürel, Toplumsal ve Siyasal İşlevi.
(Yayımlanmamış yüksek lisans tezi). İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalı, İstanbul
Kichka, M. (2012). İkinci Kuşak: Babama Söylemediklerim (Çev. İ. Rozental). İstanbul: Gözlem Gazetecilik
Basın ve Yayın A.Ş.
Mignon, L. (2014). Hüzünlü Özgürlük: Yahudi Edebiyatı ve Düşüncesi Üzerine Yazılar. İstanbul: Gözlem
Gazetecilik Basın ve Yayın A.Ş.
Sacco, J. (2009). Filistin (Çev. H. Zeybek). İstanbul: İthaki Yayınları
Şirin, M. R. (2021). Çocuk Edebiyatına Eleştirel Bir Bakış: Çocuk Edebiyatı Nedir Ne değildir?. İstanbul: Uçan At
Yayınları