1988 Studio Ghibli yapımı animasyon filmi Komşum Totoro (Tonari no Totoro), âdeta bu dört bir yanımızı kuşatan gerçekçilik tutkusunun panzehri gibi.
Tüm fesatlıklardan uzak, herkesin birbiri için her türlü fedakârlığa hazır olduğu, iyilik dolu bir dünya nasıl olurdu? Dünyanın yükünü sırtında hisseden, ucu kendisine dokunmayacak olsa bile haksızlıklar, acımasızlıklar karşısında içi ürperenler için böylesi bir ütopya hayaliyle dahi huzur vericiyken, iyi olmayı, kibar, hakkaniyetli, merhametli davranmayı “eziklik”le eşdeğer görenler için aynı hayal bunaltıcı bir kâbustan başka bir şey olmasa gerek. İçinde yaşadığımız dünya her iki insan tipine (ve elbette başka pek çok insan tipine de) yer veren, karmaşık bir yer. Kötülüğün, kötü insanların bu dünyada yeri var, kötülükten tamamen arınmış bir dünya ise şimdilik çok uzak bir hayal. Öyle ki, kötülüğün mevcudiyeti kadar, “gerekliliği” bile neredeyse genel kabul görmüş durumda. Ya da şöyle söyleyelim; “gerçekçilik” zırhına bürünmüş kötücüllük yerküreyi öyle kuşatmış ki, iyilerin renkli rüyalarını dahi karanlık gölgelerle bulanıklaştırmış. Artık bizi düşsel evrenine davet eden yazarlar, yönetmenler, bilumum sanatçılar dahi aydınlık bir gökyüzünden ilham alan parlak masallar anlatmak yerine, üzerine gelecek kaygısının yahut geçmişin hüznünün düştüğü, “sahicilik” adına hayallerin dahi katı çemberlerin sınırını aşamadığı soğuk öykülerden bahsetmeyi tercih ediyorlar.
1988 Studio Ghibli yapımı animasyon filmi Komşum Totoro (Tonari no Totoro), âdeta bu dört bir yanımızı kuşatan gerçekçilik tutkusunun panzehri gibi. Herhangi bir şeye inanmanın giderek zorlaştığı, güven krizinin akıl sağlığını zorlayan boyutlara ulaştığı bir yüzyılda elbette inandırıcılığı bir tutku haline getirmiş sanat dünyasını ayıplama lüksümüz yok. Fakat umuda dair masalların giderek yok olduğu bir dünyada bizi iyiliğe kim, nasıl inandırabilir? Anneleri bilinmeyen bir hastalık nedeniyle hastanede yatan iki küçük kız kardeşin doğayla kurdukları sımsıcak ilişkiyi anlatan Komşum Totoro, filmin yönetmeni Hayao Miyazaki’nin sınırsız hayal gücüyle çizdiği iyilik dolu bir dünyaya davet ediyor seyircisini.
Film, Mei ve Satsuki adındaki kardeşlerin, üniversitede profesör olarak görev yapan babalarıyla birlikte, annelerinin tedavi gördüğü hastaneye daha yakın olabilmek, böylece annelerini daha sık görebilmek için bir köy evine yerleşmeleriyle gelişen olayları konu edinir. Ev “perili” olmasıyla ünlüdür ama Mei ve Satsuki için ilk günden itibaren evin esrarengiz misafirleri sadece bir eğlence konusudur. Başkaları için korku unsuru olabilecek toz tavşancıkları onlar için gizemli arkadaşlardır. Evde karşılaştıkları olağanüstü durumları Japonca’da “müthiş, harika anlamında kullanılan bir ünlem” olan sugoi kelimesiyle karşılarlar sık sık (Odell ve Blanc, 73). Evin “perileri”yle olduğu kadar bahçenin, ormanın, hatta bütün köyün olağandışı yüzüyle barışıktırlar. Satsuki’nin okulda olduğu bir gün Mei’in, orman ruhlarıyla tanışmasıyla işler ilginç bir hal alır. Anne özlemleri ve annelerini kaybetme ihtimalinin neden olduğu kaygıyla, bu esrarlı dostların şefkati sayesinde başa çıkan Mei ve Satsuki’nin, doğayla kurdukları özel ilişki ise çocuk saflığının nelere kadir olabileceğini göstermek ister gibidir.
Filmin merkezine yerleştirilen doğa-insan ilişkisi, şüphesiz Miyazaki sinemasının vazgeçilmez unsurlarından. Mutluluğu doğada, sadelikte, samimiyette arama teması Miyazaki filmlerinin hemen hepsinde karşımıza çıkar. Ancak bu filmde, çoğunlukla yaptığı gibi doğayı hırpalamanın sarsıcı bedelinden bahsetmek yerine, doğaya saygı temelinde kurulan sağlıklı bir doğa-insan ilişkisinin ne tür güzelliklere vesile olabileceğini örneklemeyi tercih eder. Orman ruhlarıyla ve liderleri Totoro’yla ilk karşılaşanın Mei olması bu açıdan önemlidir. Evin en küçüğü olan ve henüz okula gitmeyen Mei, ruhu en saf olandır aynı zamanda. Bu yüzden, köy sakinlerinin göremediği orman ruhları ona görünür olur. Totoro’nun görünümünün Mei’in boyama kitabındaki bir figüre benzemesi ise ormanın Mei’in hayal gücüne duyduğu saygıya işaret eder. Doğayı safiyetle seven, doğanın bir parçası gibi hareket eden bu küçük kız farkında olmadan “tamamen doğal yollarla” (77) karşılıklı sevgi ve saygıya dayalı bir ilişki kurar doğayla. Bu ilişkinin sonucunda en çaresiz kaldığı anda imdadına orman ruhları yetişir ve onu derdinden uzaklaştırıp, ruhuna şifa sunarlar.
Mei’nin gördüklerini ablasına rahatlıkla söyleyebilmesi, ablasının buna neredeyse hiç şaşırmaması, keza babalarının da Mei’in Totoro’yla tanışmasını yadsımaması, filmin samimiyetine tat katan unsurlar. Filmde, baba yetişkin olduğu için “artık” ormanın ruhunu göremiyor olsa da, çocukken görmüş olmanın ruhuna kattığı doğallıktan vazgeçmemiş olduğu için iki kardeş hayal güçlerine sınır koymak zorunda kalmazlar. Aksine, hayal güçlerinin açtığı ufukta olabildiğince derinlere dalarak orman ruhlarıyla arkadaş olmanın ötesine geçer, doğanın iç düzenin bir parçası olurlar. Mei ve Satsuki’nin bahçeye ektikleri tohumları, Totoro ve arkadaşlarıyla beraber bir çeşit dini ritüel uygulayarak yeşerttikleri sahne bu açıdan ilginçtir. Gece yarısı, Totoro ve diğer orman ruhlarının ekili arazinin etrafında bir çeşit ayin yaptıklarını gören iki kardeş, çekinmeden gruba eşlik ederler ve tohumların yeşermesine, fidanların büyümesine şahitlik ederler.
Miyazaki filmlerin önemli temalarından birisi de şüphesiz savaş karşıtlığıdır. Komşum Totoro’da doğrudan bu temaya değinen bir unsur yoktur. Ancak, bir savaş trajedisine odaklanan bir başka Stüdyo Ghibli yapımı olan Ateşböceklerinin Mezarı filmiyle birlikte gösterime girer ve biletleri ortak satılır. Isao Takahata’nın yönettiği Ateşböceklerinin Mezarı, Akiyuki Nosaka’nın otobiyografik romanından uyarlanmıştır. Nosaka’nın, II. Dünya Savaşı’nda açlıktan ölen kızkardeşinden özür dilemek amacıyla yazdığı bilinen romanından uyarlanan film, bombalanan Kobe şehrinde hayatta kalan iki kız kardeşin umutsuz çabalarını anlatır. İki kız kardeşin hayata tutunma çabalarının benzerliği yönüyle birbirini tamamlar gözüken filmler, seyirciye ümit verme noktasında birbirlerinden tamamen ayrılırlar. Diğer yandan, Komşum Totoro’yu Ateşböceklerinin Mezarı’ndan sonra izlemenin vaz ettiği ümit, kapsamlı bir barış koşuluna dayanmış olur. Sadece insanlar arasında değil, doğanın parçası olan tüm unsurların birbiriyle uyum içinde, sevgi ve saygı temeline dayanan bir birliktelik inşa edebilecekleri bir barış ortamının önemini vurgular. Hatta bir adım daha ileri giderek, seyirciyi böylesi kusursuz bir barışın imkânına inandırmayı dener. Filmin ortaya seyirciyle buluşma serüveni de bir bakıma başlı başına bu tür bir çabanın karşılıksız kalmayacağının kanıtı gibidir:
Totoro fikri üretildiğinde potansiyel destekçiler projeden uzak durdular; fazla çocuksuydu ve gerçek bir çatışma ya da aksiyon yoktu; kim bu filmi görmek isterdi ki? Totoro, sonunda, Takahata’nın Grave of the Fireflies’ı yapmayı kabul etmesiyle birlikte destekçilerin olurunu aldı. Finansçılar desteklerini iki ürüne birden verdiler: Yapmak istedikleri riskli bir film ve Miyazaki’nin “küçük çocuk filmi.” İki filmin en az birinin popüler olması durumunda en azından biraz kazanç sağlayabileceklerini düşündüler. (74)
Oysaki her iki film de beğeni toplayacak, ancak “Miyazaki’nin neşeli projesi” “ulusal bilinçte kök salan” bir toplumsal fenomene dönüşecek, Totoro başta olmak üzere filmin kahramanları hediyelik eşya vitrinlerini süsleyecek kadar toplumla özdeşleşecek (74), Komşum Totoro ET: The Extra Terrestrial (1982) kadar parlak bir film olarak görülecektir (75).
Bu bağlamda, yine Miyazaki filmlerinde sıklıkla gözlenen bir husus daha dikkat çeker: Miyazaki filmlerinin pek çoğunda olduğu gibi fantastik unsurlar sadece seyircinin hayal gücüne hitap etmek, anlatıyı renklendirmek ya da gizem oluşturmak için değil, filmin tematik vurgusunu güçlendirmek, anlatıyı bu doğrultuda derinleştirmek üzere kurguya dâhil edilir. Komşum Totoro’da da benzer şekilde, olağan dışı yaratıklar iyilik halinin zenginleştiriciliğini vurgulayan birer sembol gibi dâhil olurlar kurguya. Annesi hastanede, babası çalışma masasında, ablası okuldayken yapayalnız kalan Mei için tüm orman ruhları dostluğun, arkadaşlığın sembolü olurlar. İki kardeş yağmur altında ıslandığında Totoro kedi otobüsü çağırır. Mei kaybolduğunda ağaçların açtığı yolları rüzgâr hızıyla geçerek iki kardeşi birbirine kavuşturan yine kedi otobüstür. Anneleri hastanedeyken, babalarına ve birbirlerine destek olan, kalbi iyilikle dolu bu iki kardeşin doğayla imzaladıkları zımni barış sözleşmesinin karşılığı bu zengin dostluklarla tanışma imtiyazına sahip olmaktır.
Üstelik bu karakterler öyle inandırıcıdır ki seyirci bu dostlukları imrenerek izler.[1] Filmdeki ayrıntılar öyle özenle işlenmiştir ki, karakterler animasyon teknolojisinin geçmişe kıyasla inanılmaz boyutlara ulaştığı günümüz işlerinin inandırıcılığıyla boy ölçüşecek denli güçlüdür. Bu açıdan bakınca, bir anlamda insanlara gerçek mutluluğun sırrını fısıldayan filmin, mütevazı bir iddiayı bu kadar güçlü temsil edebilmesinin sırrı da tam olarak bu iddiayı içselleştirmiş olmanın yansıması olabilir. Baştaki soruyu şimdi tekrar sormalı belki de: Herhangi bir şeye inanmanın giderek zorlaştığı, güven krizinin akıl sağlığını zorlayan boyutlara ulaştığı bir yüzyılda elbette inandırıcılığı bir tutku haline getirmiş sanat dünyasını ayıplama lüksümüz yok. Fakat umuda dair masalların giderek yok olduğu bir dünyada bizi iyiliğe kim, nasıl inandırabilir?
Kaynak:
Odell, C. ve Michelle Le Bilanc. Stüdyo Ghibli – Hayao Miyazaki ve Isao Takahata Filmleri. Çev. Barış Baysal.
İstanbul: Kalkedon Yayınları, 2011.
[1] Nitekim Totoro, daha sonra Studio Ghibli’nin maskotu olur ve tüm Studio Ghibli filmleri, mavi zemin üzerinde Totoro'nun görünmesiyle başlar.