Kritik

Dünya Denilen Sirk

Çoğumuz Haldun Taner'i öyküleri ve oyunlarıyla tanıyoruz, ancak bugün kaçımız onun Milliyet gazetesinde pazar günleri çıkan yazılarını hatırlıyor?

Çoğumuz Haldun Taner'i öyküleri ve oyunlarıyla tanıyoruz, ancak bugün kaçımız onun Milliyet gazetesinde pazar günleri çıkan yazılarını hatırlıyor? 1950'lerde Yeni İstanbul'da, 1960'larda Vatan'da ve 1970'lerin başında Tercüman'da aralıklarla yazıları çıkan Taner, 1977 yılından 1986'daki ölümüne kadar pazarları düzenli olarak Milliyet'e yazdı. Ali Naci Karacan'ın sahibi olduğu ve genel yayın yönetmenliğini Abdi İpekçi’nin yaptığı Milliyet o dönemin en saygın ve en çok satan gazetelerinden biriydi. Haldun Taner de çoğunluğu kültür-sanat olmak üzere pek çok konuda (siyaset, medya, ekoloji, yoga, spor, etik vs.) bir gazete yazısının çok ötesine geçen, neredeyse deneme diyebileceğimiz türden yazılar yazdı. Günlük bir gazetede yazıyor olması sebebiyle güncel olaylardan yola çıkmasına rağmen, genellikle meseleleri kavramsallaştırmaya ve evrenselleştirmeye çalışıyordu. Aşağıda okuyacağınız "Çocuk Gibi Gülebilmek" yazısında da dönemin en ünlü palyaçolarından Charlie Rivel’in bir röportajından yola çıkarak çocukluk ve gülme üzerine akıl yürütüyor.

Haldun Taner özellikle 1977-1980 yılları arasında Milliyet'te çocuklarla ve çocuklukla ilgili pek çok yazı yazdı. Kendisinin de delegelerinden biri olduğu UNESCO'nun 1978 kongresinde 1979 yılının "Çocuk Yılı" ilan edilmesi bunun en önemli sebeplerinden biridir. Öte yandan Taner'in sanat anlayışında sadelik ve mizah başat unsurlar olduğu için çocukluk kavramı onun poetikasında zaten önemli bir yer tutuyor. Bu yazısında da çocuk doğasındaki saflık, bozulmamışlık, iyimserlik ve hafiflikle palyaçoluk arasında paralellikler kurarken, karşısına da yetişkinlerin hâkim olduğu "uygar" dünyanın yozlaşmışlığını, çıkarcılığını, sahtekârlığını ve ciddiyetini koyuyor. Ona göre, dünya denilen bu vahşi sirkin gerginliğini güldürüleriyle hafifletiyorlar, palyaçolar da çocuklar da.

 

Çocuk Gibi Gülebilmek

Sirk palyaçolarını sever misiniz? Ben pek severim. En saf, en katıksız güldürüyü onlarda bulurum. Palyaçolar sevinçlerinde de, acılarında da, abartılıdırlar. Tıpkı çocuklara benzerler. Onlar gibi coşkuludurlar. İyimsedirler. Mutluluğa, neşeye teşnedirler. En çok da çocuklarla anlaşırlar. Onların dalga uzunluğuna seslenirler. Hem onların, hem de büyüklerin çocuk kalmış yanlarına. Büyüklerin de onları çocuklar kadar sevişi işte içlerinde unutulmuş, toplumun, uygarlığın, her günkü yaşamın hay huyu içinde körlenmiş bir yanlarını, çocukluklarını, çocukluk sevinç ve anılarını tazelemelerindendir. Sirkin ölüm tehlikeleri ile dolup ip cambazlığı numaraları, vahşi aslan böğürtüleri arasında artan gerilimini bir-iki dakikalık güldürüleri ile yumuşatırlar. Ciddiliğin ortasında hafifliktirler. Protokolun ortasında yaramazlıktırlar.

Bir Japon atasözü, "Sadelik en sonra elde edilen aşamadır" der. Tıpkı onun gibi, palyaçolar da güldürü sanatının en zor bir gradosudur. Benim diyen yiğit palyaço olamaz. Grock adı ile ün yapan ünlü palyaço Dr. Adrian Wettan bir felsefe doktoru idi. Her palyaçonun ille felsefe doktoru olması gerekmez ama tam anlamıyla çocuk safiyetine bürünebilmek için kendisi ile yaman bir savaşım vermiş olması zorunludur. Palyaço, yaşamın sorunlarını çocuksu bir saflık planına indirgemek, bunu da kabil olduğu kadar lafsız, az lafla, ukalalığa kaçmadan yansıtmak durumundadır. Bu zorunluk elbet olgunluk ister. Ayrıca, tabii, büyük yetenek ister. Akrobasiye yakın kıvraklık ister. İyi bir şapşal olmak ancak çok çevik bir atlet olmakla mümkündür.

Bunun içindir ki palyaçoluk mesleğinin ünlü isimleri gün geçtikçe azalmaya başlamıştır. Charlie Chaplin -ki başta bir mim ustası idi-, yüzü hiç gülmeyen Buster Keaton -ki sinemadan önce palyaçolukta ün yapmıştı-, Fratellini kardeşler -ki palyaçoluğun çağrışımı olmuşlardır-, Charlie Rivel -ki bütün Avrupa'yı hep bu palyaçoluk dalında kırıp geçirmişti- ve Oleg Popow -ki Rusya'nın bu daldaki en büyük ustasıdır-, henüz aşılamamışlardır. Hatta kenarlarına bile ulaşılamamıştır.

Seksen bir yaşında olan Charlie Rivel geçende çekildiği emeklilik hayatından bıkıp bir turneye çıktı. Gördüğü olağanüstü ilgi karşısında turnesini uzattı. Bir gazeteye verdiği demecini okudum. Bir buçuk metre boyundaki bu büyük usta bakın ne diyor. "Bu sanata üç yaşımda başladım. Yedi yaşımda kararımı vermiştim. Palyaço olacağım. Bana sorsalardı, hatta yine de sorsalar; kral mı olmak istersin, bakan mı olmak istersin, bilgin mi olmak istersin? Cevabım hep aynıdır, bırakın palyaço olayım. İnsanlar Leoncavalo'nun "Bajazzo"sundan bu yana palyaçonun güleryüzü ardından ille hüzünlü bir yazgı kurmaktan hoşlanmışlardır. Bunun aslı astarı yoktur. Palyaçolar dünyanın en mutlu insanlarıdır. Neşe üretirler. Her an çocuk olurlar, çocukları örnek alırlar. Jestleri ile, esprileri ile her yer ve herkes için geçerli, en basite indirgenmiş bir güldürü yaratırlar. Mutluyum ki hâlâ insanları çocuklar gibi güldürebiliyorum. Arada geçirdiğim emeklilik yılları âdeta bir karabasan oldu benim için. Seksen bir yaşında da olsa çalışmak insanı zinde tutuyor."

Evet böyle diyor bu büyük çocuk. Gazetedeki resmi, Charlie Rivel'i kızı ve kızı yaşındaki yaşam arkadaşı arasında gösteriyor. 50 yıl mutlu yaşadığı eşinin ölümünden sonra onun yanından ayrılmayan bu Münihli bayan, Charlie'nin özel yaşamında da bir çocuktan farksız olduğunu söylüyor. Charlie kendinden sonra iyi palyaçolar yetişmediğinden yakınıyor. "Çünkü hepsi kalpleriyle oynayacak yerde kafaları ile oynuyorlar" diyor. Hakkı var. Önce kafa ile hazırlanmak, sonra hepsini unutup kalbini ortaya koymak. Palyaçoluğun büyük sırrı bu. Bir de seyirciden daha kurnaz olmamaya çalışmak. Acınacak bir saflık içinde seyirciye bir acıma fırsatı vermek ve böylece ondan bir üstünlük duygusu yaratmak. Aslında acınacak olanlar, bence bu sözümona üstünlük duygusuna kapılan seyirciler. Çünkü palyaço, zavallılığını bilen bir zavallı. Öbürküler onu da bilmiyorlar.

Palyaçoluk ermişlik gibi bir şey bence. Sirk tarihinde, Antoletto adında bir katilin polisten saklanmak için bir sirke girip on yıl palyaço olarak çalıştığı yazılıdır. Polisler, onu on yıl sonra yakaladıkları zaman, eminim, Antonelotto'yu bambaşka bir adam olmuş, eski suçlarından kendini arındırmış olarak bulmuşlardır. Sadeliğe, alçakgönüllülüğe, zavallılığa, en küçük şeyden aşırı sevinç ve mutluluk duyabilmeye alışkın bir insana ihtiras mikropları işler mi? Bir başka palyaço da bir gazetecinin neden oturup palyaçoluk sanatı üzerine bir kitap yazmıyorsunuz sorusunu şöyle yanıtlamıştı: "Oturdum ve yazdım. Ama aksiliğe bakın ki makineye kâğıt koymayı unutmuşum. Koca şaheser boşa gitti. Bir daha kimse o kadar güzel bir kitap yazamayacak." Palyaçoluğu kafadan kafaya değil, daha çok kalpten kalbe giden bir sanat olduğu bundan güzel anlatılabilir mi?

İnsanların palyaçolara gereksinmeleri büyük. İnsanların gülmeye ama ukalaca, zekice olduğu kadar, hiç gerekçesiz, çocuksu gülmelere de gereksinmesi var. Palyaço nasıl kendi kişiliğini birkaç saat için bırakıp karşımıza bir çocuk safiyetiyle çıkabiliyorsa bizim de zaman zaman makamımızı, mevkimizi, kasıklığımızı, toplumun bize giydirdiği kişilik elbisemizi, kendi kendimize kuruntuladığımız imajımızı bir an için soyunup hiç düzmecesiz, hiç gıllıgışsız, çırılçıplak, en saf benliğimizle onun esprilerine can ü gönülden gülebilmemiz bulunmayacak bir nimettir.

Abdülhamid böyle gülemezdi, Mussolini ve Hitler böyle gülemezlerdi. Diktatörler, gaddarlar, işkilliler böyle gülemezler. Böylesi saf ve katıksız gülüş, yeni baştan öğrenilmek gerek. Hem çocukluğumuzla birlikte en temiz katımıza iniş bakımından, hem günün tortularından arada bir çıkıp ruhumuzu arımak bakımından.

Böyle gülende altın bir kalp vardır. Bir saat için olsa bile.

Haldun Taner

19.03.1978, Milliyet

 

Kaynakça

Taner, Haldun. “Çocuk Gibi Gülebilmek”. Milliyet, 19 Mart 1978.