Eğer para din dışı kabul edilseydi, “parayla kesinlikle hiçbir ilgisi olmayan manevî bir otoritenin işe el atması nasıl açıklanabilirdi?
Medenî toplumun iki büyük kurgusu yazı ile paradır. Yazı, hafızanın geriye doğru, para ise ileriye doğru formatlanmasıdır. İkisi de çok faydalı, ikisi de çok pahalı. Eflatun’un diyaloglarından birinde, Sokrat arkadaşı Phaedrus’a bir öykü anlatır: İcat Tanrısı Theuth, Mısır kralı Thamus’u ziyarete gelmiştir. Hesap, geometri, astronomi gibi icatlarından söz etse de kral altta kalmaz ve her icadın olumsuz yanlarını sayıp döker. Sıra yazıya gelince, Tanrı bunu “bilgeliğin ve hafızanın reçetesi” diye sunar. Kralın, “harflerin babasına” itirazı şöyledir: “Yazıyı kullanmaya başlayanlar hafızalarını kullanmaktan vazgeçecek ve unutkanlaşacaklar. Bir şeyleri hatırlamak için (kendi) iç kaynaklarını kullanmak yerine haricî birtakım işaretlere bel bağlayacaklar.”[1] Madenî para bu bel bağlamanın zirveye çıkması, kâğıt para ise büyük unutkanlık sayesinde aracın tamamen amaca dönüşmesi, para-nesnenin özneleşmesidir. Rene Guenon’a göre, madenî paraların üzerindeki semboller böyle bir rol değişimini önlemeye matuftu. Geleneksel medeniyetlerde din dışı bakış açısının olmaması, paranın da din dışı sayılmasını engelliyordu. Eğer para din dışı kabul edilseydi, “parayla kesinlikle hiçbir ilgisi olmayan manevî bir otoritenin işe el atması nasıl açıklanabilirdi? Ayrıca, değişik geleneklerin paradan söz ederken, gerçekten ‘manevî bir etkiyle’ yüklenmiş olan bir şey gibi söz etmelerini nasıl açıklayabilirdik? Paranın etkisi (itibarı), üzerindeki semboller vasıtasıyla sağlanabilmekteydi; bu semboller paraya normal dayanak teşkil ediyorlardı.”[2] Avrupa ortaçağlarında bile, hükümdarlar “paraların şeklini bozmakla” suçlanabiliyordu. Yani, hükümdar olmalarına rağmen, paranın şeklini kendi inisiyatifleriyle değiştirdikleri zaman, maddî iktidara tanınan hakları aşmış sayılıyorlardı. Guenon’a göre, profan tarihçilerin hiçbir zaman anlayamadığı bu “hak” meselesi, İlk Çağ’da olduğu gibi, Orta Çağ’da da paranın, modernlerin kesinlikle bilmediği yönlerinin olduğunu göstermektedir.
Tarihçi ve iktisatçıların modern zamanlarda anlayamadığı bu “hak” meselesini bazı romancıların anladığını düşünüyorum. En önemli şahitlerimden biri, “Roman bizim için büyük bir antropolojik kuvvettir,” diyen Franco Moretti. Ona göre roman, “okumayı zevke dönüştüren ve gerçeklik duygusunu, bireysel varoluşun anlamını, zaman ve dil algısını yeniden tanımlayan bir kuvvettir.” Romanın hem ihtiraslı bir estetik form hem de büyük bir iktisadî yatırım, dolayısıyla her zaman “bir meta ve bir sanat eseri” olduğunu belirten Moretti usta, sözünü romanperver bir iktisatçıyı zevkten dört köşe edecek bir tembihle bağlıyor: “Öyleyse ‘kurgunun’ epistemolojik analizinin bir kredi ve kâğıt para tartışmasına kayması kimseyi şaşırtmasın.”[3] Romanın 2000 yıllık tarihine ışık tutan yaklaşık 2000 sayfalık büyük eserinin iki kahramanını böylece daha ilk sayfada yakalamış oluyoruz: Birey ve (kâğıt) para.
Dickens, Para ve Birey
Otuz yıl önce Dergâh dergisinde yazdığım edebî iktisat yazılarımdan birinde, Dickens’ın Dombey ile Oğlu romanından hareketle, parayı koklaya koklaya bireyleşmenin nasıl gerçekleştiğini tasvire çalışmıştım. Hayatları paranın etrafında dönen kahramanlarını şöyle canlandırıyordu Dickens:
O üç kelime –Dombey ile Oğlu– Bay Dombey’nin hayatının biricik düşüncesini ifade ediyordu. Yeryüzü Dombey ve oğlunun içinde ticaret yapmaları için yaratılmıştı, ay ve güneş onları aydınlatmak için. Nehir ve denizler onların gemilerini yüzdürmek için düzenlenmiş, gök kuşakları onlara güzel havalar vaat ediyordu; rüzgârlar onların giriştiği işlerin lehine yahut aleyhine esiyor, yıldız ve gezegenler onların merkezinde yer aldıkları bir sistemi bozulmadan muhafaza etmek üzere yörüngelerinde dönüyorlardı. Yaygın kısaltmalar onların gözünde yeni anlamlar kazanıyor, anlamlarını sadece onlardan alıyorlardı: A.D.’nin anno Domini ile hiçbir münasebeti yoktu, anno Dombei (ve oğlu) demekti o.[4]
Bay Dombey, oğlunu kendi oğlu olmaktan ziyade, Şirketin Oğlu olarak görüyordu. Doğrusu oğul da esaslı bir çocuktu. Masallardaki büyümüş de küçülmüş devleri andıran küçük Paul, daha beş yaşındayken babasına ter döktüren sorular soruyordu:
–Para nedir Babişko?
–Para nedir mi? Para? Altın ve gümüş... ve bakır. Liralar, kuruşlar... işte. Bunların ne olduğunu biliyorsun!
–Biliyorum elbette, ama onu demiyorum. Yani netice itibariyle nedir para, neye yarar demek istiyorum, ne yapabilir?
–Para herhangi bir şeyi yapabilir, Paul.
–Herhangi bir şeyi mi?
–Evet, Paul, hemen hemen.
–Herhangi bir şey, her şey demektir, değil mi Babiş?
–Evet, onu da içerir.
–O hâlde para neden anneciğimi benim için kurtarmadı? O zalim değil, değil mi?
–Zalim mi? Hayır. İyi bir şey zalim olamaz.
–Şayet iyi bir şey ise ve her şeyi yapabiliyorsa, niçin annemi bana bağışlamadığına şaşıyorum.[5]
Altmış beş yıl sonra bir Alman yazarın kaleme aldığı Tünel romanında da idealist mühendis Mac Allan’ın başta Lloyd olmak üzere finans baronlarından ve halktan projesine çektiği milyarlarca dolar, eşini ve kızını kurtaramayacaktı! Projesini hatırlayacaksınız: Amerika ve Avrupa kıtalarını Atlantik Okyanusu’nun altından birleştirecek beş bin kilometrelik bir tünel.[6] Allan ve finansörleri bireyliklerini “para” ve “başarı” üzerinden kurmaya çalışırken, bu romana aynı yıl yayımlanan Burjuva başlıklı eserinde atıfta bulunan Sombart’ın kelimelerini ödünç alırsak, topaç çeviren bir çocuk gibi kendilerinden geçiyorlardı. Dostoyevski, Kumarbaz romanında aynı gerçekliği kumar bağlamında canlandırmaya çalışmıştı. Modern girişimcinin de, kumarbazın da maruz kaldığı maraz vertigo idi, baş dönmesi.[7]
Kapitalizm, Kesintisiz Tapınma Dini
Finansçıların pîri Lloyd, çılgın tünel projesinin kârlılığına mı inanıyordu, meçhule yatırım yapmaktan özel bir zevk mi duyuyordu, yoksa Allan’a duygusal bakımdan tutkun kızının arzusunu mu yerine getirmek istiyordu, bilemiyoruz. Bildiğimiz, bu proje sayesinde Avrupa’yı Amerika’nın bir banliyösü hâline getirmekten derin bir haz aldığıydı. Conrad bu romandan 9 yıl önce yayımladığı Nostromo’da Latin Amerika’ya yatırım yapan Amerikalı liberal sömürgecilerin tutkusunu hemen hemen aynı kelimelerle dillendirmişti:
Günün birinde her şeyi biz yönetiyor olacağız. Ta Ümit Burnu’ndan Smith’s Sound’a kadar, hatta, elde etmeye değer bir şey varsa ta Kuzey Kutbu’na kadar, sanayi, ticaret, hukuk, gazetecilik, sanat, politika ve din, ne varsa. Dünyanın işlerini, hoşa gitsin gitmesin, biz çevireceğiz. Dünyanın elinde olan bir şey değil bunu önlemek, sanırım bizim elimizde de değil.[8]
Lloyd’un davetiyle ABD’nin bütün “para babaları” Broadway’deki Atlantic Oteli’ne gelirler. “Paranın, kan bağından bile daha güçlü bir biçimde yarattığı dayanışma duygusu yüzünden hayır diyememişlerdi.” Onları bir araya getiren sadece kâr kokusu değil, gizem duygusuydu da. Lloyd çağrı mektubunda “tüm zamanların en büyük ve en cüretkâr projesi” demişti. “Onları cehennemden çıkarmak için işte bu yeterliydi; yeni eserlerin yaratılması onlar için hayatın ta kendisiydi.”[9] Allan onlara projesini açıkladı, gözlerinde çocuksu ifadelerle onu dinlediler. Sonra bu çocuksu ifadeler kayboldu. “Allan’ın fikirleri bu otuz köle tüccarının beyinlerinin içine bir daha yerlerinden çıkamayacak biçimde çakılmış, onları harekete geçirmişti.” Lloyd’un 25 milyon dolarla projede yer alacağını öğrenen finansçılar fazla düşünmeden düğmeye bastılar. Toplantıdan on dakika sonra Allan’ın temsilcileri tünelin kara güzergâhındaki arazileri ucuza kapatmaya başlamışlardı bile! Sonra bunları fahiş fiyatlarla satmaya başladılar. “Bu Allan vakası, tüm zamanların en büyük ve en gözü pek arazi spekülasyonuydu! Bu alçak herif, bu Allan, dönüm dönüm kum yığınları satın alıp, onları metrekare metrekare satıyordu! Henüz meydanda olmayan o lanetli sahte şehirlerinin en ucuz bölgesinde parasını yüze, en pahalı bölgesindeyse bine katlıyordu!”[10] Kazanmanın ailevî maliyeti çok yüksekti, pek tabiî. Allan’ın hayatının yarısı inşaat alanında, yarısı ekspres trenlerde geçiyordu. Küçük kızı babasını çok özlüyor, annesi ona uzun uzun “babasını rahatsız etmemeleri gerektiğini” açıklıyordu. Pazar günleri bile gelmemeye başladı. Biricik kızının doğum gününü unutabiliyordu. Walter Benjamin birkaç yıl sonra kaleme alacağı manifestoda bu gerçekliği şöyle tasvir edecekti: “Kapitalizm ateşkesi ve merhameti olmayan bir ‘kült’tür. Burada hafta içi gün yok, kesintisiz tapınma vardır.”[11] Derken tünelde beklenmedik bir facia yaşandı ve birkaç bin işçi kazada can verdi. Ayaklanan aileler, onlara yardıma koşan Allan’ın eşiyle kızını linç ettiler. Allan için dayanılmaz bir yıkımdı bu. Yatağında cansız yatan eşine baktığında, ruhu felce uğramıştı sanki. “İşi kendisini yuttuğu için son yıllarda onu ihmal etmişti.” Sonra gidip minik kızının saçlarını okşadı. Odadan çıktı ama aklı hep şu düşünceye takılı kaldı: Felaketi haber aldığında niçin “önce insanları değil, tüneli” düşünmüştü? İşi, eşinden ve çocuğundan daha mı önemliydi? Nitekim sonunda yarım kalan tünele gidip günlerce orada yaşadı. “Ne insanları, ne de gün ışığını görmek istiyordu.” Proje yeniden başlayınca da gözüne uyku girmez oldu. “Dünyada olup bitenlerle pek ilgilenmiyordu artık. Tünelin yaratıcısı iken kölesine dönüşmüştü.”
Para Nesne Değil, Öznedir!
İktisatçılar genelde paranın nötr bir aracı olduğunu düşünürler. O bir mübadele aracı, değer ölçüsü ve değer deposudur. Jacques Ellul ise, Para ve İktidar başlıklı eserinde, paranın kendi başına hareket eden, başka şeyleri de hareket ettirebilen özerk bir güç olduğunu söylüyor.[12] Analizine Hz. İsa’nın “İnsan aynı anda iki efendiye birden tapınamaz: Ya Tanrı, ya Mammon!” sözüyle başlıyor. Aramice bir kelime olan Mammon para yahut servet demek. Ne o günkü Yahudiler ne Celile halkı ne de çevredeki putperestler Mammon’u duymuşlardı. Guenon’a paralel düşünen Ellul’e göre bu kullanımda paranın kendi başına bir güç olduğuna atıf vardır. Para bir faildir ve sadece maddî âleme ait değildir; manevi (spiritual) bir anlam ve istikameti vardır. Mammon aynı zamanda “kişisel” bir tanrıdır. Tanrı nasıl efendi (Rabb) oluyorsa, Mammon da aynı tarzda olabilir. Böylece Hz. İsa, bu sözüyle “bizimle bir nesne arasındaki ilişkiyi değil, bizimle faal bir özne arasındaki ilişkiyi” kastetmektedir. Parayı dürüstçe kazanmamız veya akıllıca sarf etmemizle alakalı değildir bu. Bize efendilik etmeyi, Tanrı gibi davranmayı amaçlayan bir güç karşısındayız. “Bu yüzden, parayı kullandığımızı söylerken fahiş bir hata yapıyoruz. Gerçekten bizi kullanan odur.”[13]
Roman, paranın ilahlaşma sürecinin tarihî kaydıdır. Bu meseleyi önemseyenler için, tarih ve iktisat kitaplarından daha güvenilir bir kaynaktır.
*Bu yazı ilk olarak 2021 yılında Dergâh dergisinin 372. sayısında yayınlanmıştır. Kaynak gösteriminde dergideki kullanım şekli esas alınmıştır.
Kaynakça
[1] Eflatun’un Phaedrus’undan aktaran Neil Postman: Teknopoli, İstanbul: Gelenek, 2004, s. 14.
[2] Rene Guenon, Niceliğin Egemenliği, İstanbul: İz, 1990, çev. Mahmut Kanık; 16. Bölüm.
[3] Franco Moretti. The Novel, Vol I: History, Geography, and Culture, Princeton: Princeton University Press, 2006, s. IX.
[4] Mustafa Özel. Roman Diliyle İş Hayatı, İstanbul: Küre, 2019, s. 104.
[5] Charles Dickens. Dombey and Son, London: W. Nicholson and Sons, ts, s. 66-7.
[6] Bkz. Dergâh, Temmuz, Ağustos, Eylül ve Ekim 2019.
[7] Mustafa Özel. Roman Diliyle İktisat, İstanbul: Küre, 2018, s. 195-99.
[8] Mustafa Özel. Roman Diliyle Siyaset, İstanbul: Küre, 2018, s. 244-5.
[9] Bernhard Kellermann. Tünel, İstanbul: Yordam Edebiyat, 2017, s. 43.
[10] Age, s. 99.
[11] Walter Benjamin. “Capitalism as Religion”, The Frankfurt School on Religion, ed. Eduardo Mendieta, New York: Ro- utledge, 2004, s. 259.
[12] Jacques Ellul. Money and Power. Eugene: Wipf & Stock, 2009, s. 75.
[13] Age, s. 76.