Dosya

İlle de Para İlle de Para

"Büyüdükçe fark ettiğimiz bir şey oldu alım gücü. Başrol oyuncusu paraydı ve daha fazla parası olanın alım gücü de yüksek oluyordu doğal olarak."

Çocukluğumuzun en heyecanlı anları bayram sabahlarıydı şüphesiz. İki dirhem bir çekirdek giyinip başta yakın akrabalarımıza ardından mahallemizdeki komşularımıza el öpmeye giderdik. Kolonya ve şeker-şerbet faslından sonra zarifçe katlanmış mendillerin içinde harçlıklarımız hediye edilirdi. Pırıl pırıl kuruşlar, kaymak gibi liralar şekerlerle birleşince ceplerimiz epey kabarırdı. 

Ziyaretler bitince mahalle çocuklarıyla toplandığımız bahçelerde şekerlerimizi ve harçlıklarımızı karşılaştırmaya gelirdi sıra. Tatlı bir rekabet olurdu aramızda. En fazla harçlığı toplamanın bir itibarı vardı. Gizliden gizliye, yıldızlı karnesi olanlar daha çok harçlık toplamayı başarırdı. Bu da daha fazla kalem, defter, bebek, araba veya pastaneden alabileceğimiz hoş yiyecekler anlamına geliyordu tabii ki. O zamanlar bunun bir alım gücü olduğunu düşünmezdik. Gökten inmiş günlerin hürmetine bize bahşedilen sevinçli nimetlerdi bunlar.

Büyüdükçe fark ettiğimiz bir şey oldu alım gücü. Başrol oyuncusu paraydı ve daha fazla parası olanın alım gücü de yüksek oluyordu doğal olarak. Gerçi biz de hayalimizde yüz milyonluk bir ev alabiliyorduk. Hatta yüz milyonluk uçak, gemi gibi şeyler de eşlik ediyordu o eve. Yani bizim hayali alım gücümüz kimseden aşağı değildi. Cebimizde şıngırdayan paranın eğlenceli ve çocuksu bir yüzü vardı. Yine de Altı Milyon Dolarlık Adam[1] dizisinde olduğu gibi yüz milyonluk ev, uçak gemi gibi şeylerin içinde gizli bir kuvvetin olduğunu hissedebiliyorduk.

Bizim büyüklerimiz de galiba böyle bir kuvvete sahip olmak için işe gidip geliyor, taksit ödüyor, her ay sonunda o kuvvetin bir türlü ortaya çıkmamasından dolayı köpürüyor ama yine de bize harçlık veriyorlardı. Küçük Prens’in yazarı Saint-Exupéry’nin tarif ettiği büyükler bizim büyüklerimizden biraz farklıydı. Tıpı tıpına şöyleydi onlar: "Güzel bir ev gördüm, kırmızı tuğlalı, pencerelerinden sardunyalar sarkıyor, damında ise kumrular var," derseniz, nasıl bir evden söz etmekte olduğunuzu bir türlü anlayamazlar. Ne zaman ki onlara, "Yüz milyonluk bir ev gördüm," dersiniz, işte o zaman size, "Oo, ne kadar güzel bir evmiş!" derler gözlerini koca koca açıp.

Altı milyon dolarlık adam da orta boylu, güler yüzlü, renkli gözlü biriydi. Ama onun asıl değeri, son model bir yarış arabası kadar hızlı koşarken, koca koca iş makinalarını, kamyonları oyuncak gibi kaldırıp fırlatırken veya yüzlerce metre uzağı biyonik gözüyle tararken ortaya çıkıyordu. Yani bir insanı biyonik hâle getirirseniz altı milyon dolar ediyordu. Aradan geçen zamanı dikkate alırsak bu değerin şimdilerde birkaç yüz katına ulaştığını düşünebiliriz.

Bir insanın değerinin para ile ölçülmesi biraz tuhaftı. Fakat yaşı kemale ermiş okumayı seven büyüklerimiz aşinaydı bu duruma. Söz gelimi, Ahmet Mithat’ın Felatun Bey ve Rakım Efendi adlı eserinde Rakım, Canan adlı cariyesini çok uygun fiyata satın aldığını düşünüyordu. Kızcağızı yetiştiriyor, ona Fransızca konuşmayı, piyano çalmayı öğretiyor ve değerini beş yüz liradan bin beş yüz liraya yükseltiveriyordu. Tabii daha sonra bu kadar kıymetli bir köleyi gözden çıkaramayıp onunla evleniveriyordu. 

Bütün bunlar bir yana, bizim için para bir eğlence aracı ve oyuncaktan ibaretti. Sırf eğlencesine yazı tura atardık. Bunun için 1 liraya bile ihtiyacımız yoktu; 25 veya 50 kuruş yeterliydi. Bir de iyi bir tahminle sonucu tutturduğumuzda harika bir oyun çıkıyordu ortaya. En çok bilen, en çok bilen oluyordu o kadar.

İlerleyen günlerde, Nasreddin Hoca bize, parayı verenin düdüğü çaldığını öğretti. Türkçe kitaplarımızda bir okuma parçasıydı bu ve milyonlarca öğrencinin zihninde sadece parayı veren çocuğun düdüğü çaldığı, diğerlerinin şaşkın şaşkın baktığı sahne defalarca canlandı. Hoca matrak bir adam olduğu için buna pek takılmadık. Zaten biz Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarındaki iyi kalpli insanlara güvenmeyi öğrenmiştik. Onlardan biri olsaydı çocuklara çeşit çeşit düdük alır ve hepsini sevindirirdi. 

Kemalettin Tuğcu’nun öykülerinde annesini veya babasını kaybeden çocuk kahramanlar çalışmak zorundaydı. Onların acıklı serüvenlerine dönemin çocukları olarak epey gözyaşı döktük. İyi kalpli insanlar gelene kadar kötüler hayli yol alıyordu. Çalışmak ve para kazanmak o çocuklar için kim bilir ne kadar zordu. Bir parça talihli olanlar fırında, daha az talihliler bir oto tamircide, iyice talihsiz olanlar da sokaklarda çalışmak zorundaydılar. Ve gerçekten böyle çocuklar vardı. Okula gitmedikleri için onları pek tanımıyor, sadece uzaktan görüyorduk.

Paranın gerçek dünyadaki ezici veya kurtarıcı gücünü hissedebiliyorduk işte o zamanlar. Dünyalar kadar paramız olsaydı ve keşke bütün o çocukları kurtarabilseydik. Kuru dileklerin işlerliği olsaydı herhalde önce Sabahattin Ali’nin “Ayran” öyküsündeki Küçük Hasan’ı kurtarırdık. Çünkü o dönemde bizim Kemalettin Tuğcu öykülerindeki kahramanlara ağladığımız gibi liseye, üniversiteye giden abi ve ablalarımız Küçük Hasan’ın çiğnenen insanlık onuru için öfkeleniyordu. Onun birkaç bardak ayran satabilmek için kilometrelerce yol yürümesi, yolcular arasında maşrapadan ayran içebilecek olanları ayırt etmesi, kerli ferli adamları baştan elemesi Kemalettin Tuğcu’yu bile geride bırakıyordu. Öykünün sonunda, tam kurtlara yakalanacakken aldığı nefesler, ayak sesleri kulaklarımızda çınlamaya devam ediyordu.

Hasan’ı, dileklerle değil ancak kumbaralarımızla kurtarabilirdik. Biriktirdiğimiz her kuruş damlaya damlaya çoğalacak ve ülkemiz ya çok zengin ya da çok büyük bir gölden ibaret olacaktı. Bu vesile ile yılbaşı geldiğinde, bayramlarda seyranlarda İş Bankası ve Ziraat Bankası kumbaraları evimize girmeye ve kuruşlarımıza yuva olmaya başladı. Gerçi ay sonu gelmeden açılıyor, kuruşlarımız harcanıyor ve bu yüzden de göl olma işi hep bir sonraki aya erteleniyordu ama olsun. Acelemiz yoktu, o efsane göl zihinlerimizde büyümeye devam ediyordu.

Öğretmenimiz, tasarruflarımızı teşvik etmek için bize önemli tarihi olayları anlatıyordu. 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nda atalarımız çetin bir yokluk yaşamıştı. Yani kumbaralarımız paranın varlığından değil yokluğundan çıkmıştı ortaya. Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti’nin 1929 yılında kurulması da büyük ekonomik kriz zamanına denk geliyordu. Bu cemiyet halkımıza tasarrufun ve yerli malı kullanmanın önemini anlatmak için çok çalışmıştı. Öyle ki yıllar sonra bile “Yerli malı, yurdun malı, herkes onu kullanmalı,” dizeleri şiarımız olmuştu.

Adı harika bir tekerlemeye benzeyen bir yazar olan H. Veldet Velidedeoğlu’nun anılarını dinleyince bu cemiyetin önemi açıkça ortaya çıkıyordu:

Birinci Dünya Savaşı’ndan bir yıl önce 1913’te henüz bir ilkokul çocuğu iken Orta Anadolu’nun tren uğrağı olmayan bir kasabasında, her gün babamın yanında başımızda kırmızı fes, elimizdeki zembilin içinde çarşıdan taşıdığım yiyeceklerin arasında Rus şekeri, Amerikan unu bulunduğunu ve babamın ayağına ayakkabı, sırtına çamaşır ve giyecek yapmak için Fransız köselesi ve Fransız patiskası, Amerikan bezi, Alman kumaşı ve başını kapamak için Avusturya fesi aradığını çok iyi hatırlıyorum. Babam bunları arıyordu çünkü bunların Türk malı olanları yoktu. Hepsi dışarıdan geliyordu. (Velidedeoğlu 23-24)

Açıkçası biz Sümerbank’ın pazen, basma ve kadife sattığı günlerde yaşadığımız için çok şanslıydık. Sümerbank, yerli mallarımızın tam merkezindeydi. Okullar açılmadan önce önlük, çanta, kış gelmeden önce kaban, mont gibi ihtiyaçlarımızı Sümerbank’tan alıyorduk. Sonuç olarak bazen aynı sınıfta beş on kişi aynı montu, aynı çantayı satın almış, sınıfa gelmiş ve esas duruşa geçmiş oluyordu. Bunun bile hoş bir yanı vardı. Aynı monttan giyinenler bir takım, aynı çantadan kullananlar diğer takımı oluşturuyor ve bu benzerlik bir güce dönüşüveriyordu.

Sadece, yerli malı haftasını kutladığımız günlerde patlamış mısır Sümerbank’ın tahtını zorluyordu. O gün herkes sözleşmiş gibi kâğıttan külahlarda patlamış mısır getiriyordu okula. Yerli malı demek paramızın ülke içinde kalması demekti. Ne yazık ki o dönemde köşeyi dönmüş cin mısırı satıcıları olup olmadığını hiç öğrenemedik.

Bazen de paranın gündemimize girmesi çok gizemli oluyordu. Hemen her kayıt döneminde, dönem başında, karne almadan hemen önce veya öyle ansızın okuldan elimize zarflar tutuşturuluyor ve bunları mutlaka babamıza vermemiz gerektiği söyleniyordu. Bazı zarfların üzerinde Kızılay, Türk Hava Kurumu gibi isimler yer alıyordu. Onlar da özbeöz yerliydi ve bu zarfların kabarık bir şekilde geri getirilmesi gerekiyordu. Böyle durumlarda sınıftaki bazı öğrenciler kurtarılması gereken Kemalettin Tuğcu kahramanlarına dönüşüyordu ne yazık ki. Öğretmenimiz kimin daha çok bağış yaptığını biliyordu elbette. Zarfı boş geri getiren öğrenciler birkaç teneffüs pek etrafa bakmıyordu. Neyse ki bir sonraki derse kadar bir sürü yaramazlık oluyor ve olay çabucak gündemden düşüyordu.

Şimdi o günlere bakıyorum da biz büyürken parayı; aile, okul, mahalle ve ülke bağlamında tanımlıyor ve bu konuda bize yüklenen bir görev olduğunu biliyorduk. Bunun bizim için eğlenceli ve erdemli bir yanı vardı. Paranın bu kolektif anlamı çoktan gerilerde kaldı. Bugün artık akışkan bir güç olarak hem kitleleri bireyselleştiriyor hem de medyanın, modanın, finans dünyasının çekim gücüyle sürüklüyor. Hâlâ bir eğlence aracı olmakla birlikte medya ve moda marifetiyle toplumu dönüştürme gücünü de elinde tutuyor. Çocukluğumuzun o sonsuz yüz milyon lirası bu selin içinde komik bir rakama dönüştü. Gelecek umudu, gelecek hayali ve gelecek korkusu el ele zihinlerimize hücum ediyor. Kumbaraların niteliği de değişti. Ziraat Bankası ve İş Bankası epeydir dijital kumbaralar dağıtmaya başladı. Coinler, yıllardır aşinası olduğumuz paranın altını üstünü tırtıklıyor. Ayrıca edebiyatın ve paranın da inkâr edemeyeceğimiz kesişim noktaları olduğunu artık biliyoruz. Üretim ve yayın aşamalarının ardından ortaya konan eserin estetik değeri çoğunlukla mali ederi ve popülaritesiyle ölçülüyor. Para ve kültür, para ve sanat omuz omuza ilerliyor. Dijital kumbara, ataları gibi bir oyuncak olabildiği gibi bir gelecek de kurgulayabilir mi, bunu zaman gösterecek. Bizse, yani benim çocukluk yıllarımda yaşayanlar, damlaya damlaya oluşacak o efsane gölün umuduyla yaşıyoruz hâlâ.

 

 


[1] Biyonik güçleri olan bir adamın hikâyesinin anlatıldığı bir Amerikan dizisi.

 

Kaynakça

Velidedeoğlu, Veldet H.  Atatürk İlkeleri ve Türk Kadınlığının Çilesi. İzmir: İzmir M. Kadınları Kulübünün Yayınları, 

1970.