Soruşturma

Sabri Safiye

...ben mizahta, sınır aşan bir hamleyle mevcut dünyamıza taptaze, yepyeni bir bakış açısının imkânını sunan, akıl, mantık ve bilgiyle ikame edilemeyecek, beklenmedik, şaşırtıcı bir bilgeliğin pırıltısını buluyorum.

                                                                                                         

Çocuk Yazını “Çocuk edebiyatındaki yeri ve çocuk özneyle ilişkisi” bağlamında yeni dosya üst başlığını “mizah” olarak belirledi. Çocuk edebiyatındaki gülmecenin varlığı okuru eğlendirdiği, eleştirdiği noktada düşünmeye sevk ettiği ve aynı zamanda hedef kitlesi için birleştirici bir güç olduğu aşikâr. Bu noktadan hareketle siz eserlerinizde mizahı nasıl inşa ediyorsunuz?

Hayatımızın akışı içine işlemiş, bütünleşmiş öyle bazı şeyler var ki, çoğu kez bunlar hakkında durup düşünmüyoruz bile. Gülmek işte bunların en gizemlilerinden biri. Mizahın nasıl çalıştığını, neden ve neye güldüğümüzü çözebilmek için birçok düşünür kafa yormuş. Ama gizem sözcüğünü tesadüfen kullanmadım; ne kadar derine inersek inelim, gülme eylemi yalın ve sarih bir açıklamaya kavuşup mekanik bir formüle indirgenemiyor, mizah kendine ait bir gizemi ısrarla koruyor. Kendi doğallığı içinde ortaya çıkıveren ama bir sentez mekanizmasıyla otomatik üretilmeye direnen bir eylem. Bu açıdan mizahla şiir arasında, ilk bakışta göze çarpandan çok daha derin bir benzerlik olduğunu düşünüyorum. İkisi de insan olmakla kökten bağlantılı gibi gözüküyor.

 

Geleneksel mizah figürlerimizi akla getirdiğimizde Selçuklu Devleti zamanına uzanan Keloğlan, Nasrettin Hoca ve Deli Dumrul hikâyelerinin çocuk okurların arasında yaygın bir şekilde dolaşımda olduğunu görüyoruz. Bu kahramanlara ek olarak Rıfat Ilgaz ve Muzaffer İzgü’nün karakterlerinin hikâyeleri de hâlen revaçta. Son dönem çocuk edebiyatında ise giderek artan bir mizah yoğunluğu söz konusu. Sizce bunun sebepleri nelerdir?

 

Bazı düşünürler, mizahın özünde bir eleştiri türü olduğunu söylüyor. Yasaklanamayacak olanları ayıplıyoruz, ayıplayamayacak olduklarımıza ise gülüyoruz gibi ifade edebiliriz bu düşünceyi. Örneğin yürüyen merdivende ters yönde ilerlemeye çalışan birine güleriz. Yaptığı ne suçtur ne de ayıplanacak bir şey; sadece sosyal hayatla, sağduyu ve mantıkla uyumsuz bir şey yapmaktadır. Deniyor ki, ona gülerek bu davranışı eleştirmiş oluruz. Ama diğer taraftan mizah bizim hoşumuza gitmektedir, bize cazip gelmektedir. Eğer sadece bir eleştiri ve dışlama mekanizmasıysa, neden biz mizaha doğru çekilmekteyiz, gülmekten keyif almaktayız? Hadi diyelim, kendimizi “uyumlu” yani “doğru” tarafta hissetmek için bunu yapıyoruz. Peki, o hâlde çok eski anlatılarla bize ulaşan ve hâlen canlı etkileri süren o “oyunbozan” karakterleri, Keloğlan, Nasrettin Hoca, Karagöz ve diğerlerini nasıl izah etmeliyiz? Ve hatta onların yanına eklenen ve çok sevilen İnek Şaban gibi çağdaş popüler figürleri? Eğer mizah salt eleştiri olsaydı, bu karakterler yüceltilen birer halk kahramanı yerine, sürekli yerilen, kınanan olumsuz kişilikler olmaz mıydı? Anlaşılan, mizahta eleştiriden fazlası vardır ve o fazla, bizi karşı konulmaz bir cazibeyle kendisine çekmektedir.

 

Şiir ve mizah arasında gördüğüm ortaklık, işte bu “fazla” kavramında gizli bence. Kendimce ifade etmeye çalışırsam, her ikisindeki fazlalık, bir “sınır-aşma” olarak tanımlanabilir. Hangi sınır aşılmaktadır? İnsanı insan yapan sınır, yani insanı hayvandan ve tanrısal olandan ayıran sınırdır bu, diyebiliriz. Yok olursa, insanın da ortadan kaybolacağı bir sınır, özellikle akıl, mantık ve bilgiyle özdeşleştirilen bir sınır. Mitlere, masallara, kadim efsanelere baktığımızda, bilinen ilk yazılı anlatı olan Gılgamış Destanı da dâhil olmak üzere görüyoruz ki bize hep bu sınırın nasıl ve nerede çizildiği, ihlal edildiğinde nasıl felaketlerle yüzleşileceği anlatılmakta. Fakat ilginç olan şu ki, en başından beri bu anlatıların içinde bir de, modern psikolojinin bir arketip olarak tanımladığı bazı “sınır-aşan”lar var. Bazen karga, tilki, kır kurdu gibi hayvanların, bazen bir kısmını çok iyi tanıdığımız insan karakterlerin üstlendiği, adeta sınırın öte yakasına geçip geri gelebilen bazı figürler. Bu karakterler, aklın, mantığın ve bilginin tıkanıp kaldığı noktalarda, öyle “saçma”, öyle “tuhaf”, öyle “kural-dışı” şeyler yapıyorlar ki, öte taraftan yoğun bir sezginin, bilgeliğin bu tarafa sızmasına, taşınmasına vesile oluyorlar. İşte bu beklenmedik hamle, insan olarak kendimizi bazen sıkışmış hissettiğimiz bir kutuda, kısa soluklu da olsa bazı hava delikleri açıyor diyebiliriz. İnsan olmanın bedeli olarak unuttuklarımız, öte tarafta terk ettiklerimiz hatırlanıyor. Aklın, mantığın, bilişsel dilin, düz anlamın ifade edemediğine fazladan bir anlam ekleniyor, anlam adeta sınır ötesine doğru genişliyor. İşte bu fazla anlam, kâh insanı derinden sarsan bir şaşkınlık kâh koyuverilen bir kahkaha olarak yaşanıyor.

 

Türk çocuk edebiyatında güçlü ve güldüren karakterler üretilebiliyor mu?

 

Anlaşılabileceği gibi ben mizahta, sınır aşan bir hamleyle mevcut dünyamıza taptaze, yepyeni bir bakış açısının imkânını sunan, akıl, mantık ve bilgiyle ikame edilemeyecek, beklenmedik, şaşırtıcı bir bilgeliğin pırıltısını buluyorum. Kendi yazdıklarımda da mizahı hep bu yönde kullanmaya gayret ediyorum; karakterlerin ve okuyucunun kurgusal akış gereği sıkışıp kaldıkları bir anda, bir kıvılcım gibi çakarak, her şeye bambaşka bir yerden bakabilmelerini sağlayan kadim ve gizemli bir imkân olarak. Okullarda, ders kitaplarında öğretilebilecek bir şey değil bu. Bu nedenle hepimizin ama özellikle de çocukların mizaha çok ihtiyaçları olduğunu düşünüyorum.

 

Çocukların genellikle gülmeyi ve eğlenmeyi sevdiğini biliriz. Üretilen çocuk kitaplarında mizahın okunurluğu arttırdığından bahsedebilir miyiz?

 

Aslına bakarsanız, yaşadığımız coğrafya her zaman mizaha yakın ve açık oldu. Yukarıda da andığım birçok kadim karakter, bu kıtalar kavşağında, tarihin farklı dönemlerinde farklı otoritelerin dayattığı kalıplar içinde kendini sıkışmış hissedenlerin imdadına yetişti. Ancak modern zamanlarda nispeten kısa dönemlere sığan teknolojik ve toplumsal değişimler, birçok kültürel yapı gibi, mizahı da dönüşmeye, yeni yordamlar bulmaya itiyor. Örneğin mizah dergiciliği, yakın geçmişte dünya çapında tirajlara ulaştı ama şimdi neredeyse kaybolmak üzere. Televizyon ve internetin bu dönüşüme kattığı ivme çok yüksek. Elbette çocuk edebiyatı da bu süreçten etkileniyor ve kadim figürlerin yanına, farklı ve yeni öğeler, yeni tarzlar, denemeler ekleniyor. Tıpkı suyun akıp yatağını bulması gibi mizah da bu yeni topolojiye göre uyarlanıyor. Ben bu arayışı, bir canlılık belirtisi olarak olumlu buluyorum.

 

Okuduğunuz en komik çocuk kitabını bizimle paylaşır mısınız?  Bu kitapla ilgili hangi anlar zihninizde daha çok yer etti?

Böyle düşününce, beni en güldüren kitapların, benim ufkumu en çok genişletenler arasında olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Hangileri diye sorulduğunda, çocukken okuduğum ve gülmekten yer yer ara vermek zorunda kaldığım bir kitap geliyor aklıma: Aziz Nesin’in Şimdiki Çocuklar Harika’sı. Bir diğeri de beni bir yetişkin olarak da güldürmeyi başaran, René Goscinny’nin yazdığı, Jean-Jacques Sempé’nin resimlediği “Pıtırcık” serisi. Bir çocuk kitabı sayılmasa da Stanislav Lem’in yarattığı astronot karakter İjon Tichy’nin ağzından yazılmış Yıldız Güncesi’ni belirtmeden geçmeye gönlüm razı gelmez.