Röportaj

Sevin Okyay ve Kutlukhan Kutlu ile Harry Potter’ın Fantastik Dünyası Üzerine...

Çocuk Yazını sitemizin Ekim ayı konukları, Harry Potter severlerin yakından tanıdığı iki isim: Sevin Okyay ve Kutlukhan Kutlu.

Sevin Okyay: Kıskandırmak gibi olmasın ama ben de Flying Ford Anglia’ya bindim. Uçmadık gerçi ama… Rahmi Koç Müzesinde sergilendiği zaman izin vermişlerdi; “Madem çevirenlerden birisiniz, o zaman binebilirsiniz.” demişlerdi. Başarısının ardındaki bir diğer şey de çok iyi fikir olması bence. Sahiden Harry Potter çok iyi bir fikir!

Çocuk Yazını sitemizin Ekim ayı konukları, Harry Potter severlerin yakından tanıdığı iki isim: Sevin Okyay ve Kutlukhan Kutlu. Harry Potter ve Felsefe Taşı haricinde serinin tüm kitaplarını çeviren iki usta isim ile Özgen Berkol Doğan Bilimkurgu Kütüphanesinde buluştuk. Kadıköy’de bulunan kütüphane, Harry Potter’ın dünyadaki tüm çevirilerinden bir nüsha edinerek özel bir koleksiyon oluşturuyor.  

Her ikinizin de çok kıymetli sinema yazıları, Manguel gibi önemli isimlerden çevirileri, bunlara ek olarak Sevin Hanım’ın telif eserleri de mevcut. Fakat biz dosya konumuzun “fantastik” olması sebebiyle bugün Harry Potter özelinde bir söyleşi gerçekleştirmek istiyoruz. Kitapları ilk okuduğunuzda, Harry Potter’ın böylesi bir fenomen olacağını tahmin etmiş miydiniz?

Sevin Okyay: Yok, çünkü daha olmamıştı. Türkiye’de önce Dost’tan [Dost Kitabevi Yayınlarından] çıktı ama öyle bir heyecan yaratmadı. Ülkü [Tamer] çevirmişti birinci kitabı. O sıralarda ikinci kitabın da İngilizcesi çıkmıştı. Ben “Nedir bu böyle, kıyamet kopuyor?” dedim, merak edip aldım, okudum ikinciyi. Hoşuma gitti, fikir olarak çok beğendim. Sonra Yapı Kredi’ye gittim bir şey için. Bizim Aslı, Aslıhan Dinç, yazar ve çevirmenlerle uğraşan arkadaşımız; “Harry Potter’ı biliyor musun?” dedi bana. “Biliyorum, ikinci kitabı okudum da…” dedim. “Hah!” dedi, attı önüme kitabı –hep atardı zaten kitapları önüme, başımız derde girer böyle (gülüşmeler)- “Şimdi bunu çevireceksin!” Ben de aldım baktım. Önce Kutlukhan’dan bana danışmanlık yapmasını istedim. Çok da iyi oldu. Her zaman, şu anda da benden daha hâkimdir o âleme. Sonra bunların takvimleri çok sıkışık takvimler olduğu için bir baktım yüz küsur sayfa var çevirmem gereken ve söz konusu bile değil yetiştirmek. Kutlukhan’a söyledim; “Yapar mısın yüz sayfayı?” “Yaparım!” dedi. O aldı, yaptı ama o sırada kapaklar basılmıştı sanırım, adını koyamadılar kapağa. Sonra Ülkü vakitsizlik nedeniyle yapamadı diğer kitapları. Yoksa bir bir gidecektik; bir Ülkü bir biz çevirecektik. Biz dördü yaparken “Üçü de siz yapacaksınız.” dediler, hakikaten çok acılı oldu. Çünkü “Ne kadar zamanda?” dedim, “On beş gün!” dedi Aslı.

Kutlukhan Kutlu: Pazarlıkla üç haftaya çıkardık, yirmi günde bitirdik.

 

Dünyadaki çıkışını yakalamak için miydi böyle bir takvim?

K. Kutlu: Onların çıkış tarihi belliydi. Üçüncü kitap yaklaşıyordu, biz dördüncü kitaba başlamıştık, bayağı da yarılamıştık hatta. Yanılmıyorsam dördüncü kitap Ekim ya da Eylül gibi çıkıyordu. Ondan bir ya da bir buçuk ay kadar önce de üç çıkacaktı.

S. Okyay: Temmuz’da çıkacak diye ilan etmişlerdi, ben de yanlış hatırlamıyorsam.

K. Kutlu: Basılmasına çok az kala; “Siz yapabilecek misiniz? Ülkü yapamayacak…” gibi bir şey oldu. Biz üç haftada yaptık gerçekten.

S. Okyay: Dörde geçtiğimizde ben unutmuştum vallahi onları da.

K. Kutlu: Çeviriyle ilgili kritik kararlar da gerçekten ikinci ve üçüncü kitaptaydı.

S. Okyay: Mesela biz bir kısmına müdahale edemedik; çünkü birincide o şekilde kullanılmıştı.

 

Seride bütünlüğü sağlamak için mi?

K. Kutlu: Yani bazı şeyler basıldı. Bir iki tane sanıyorum geriye dönük küçük değişiklikler yapıldı ama hayati olmayacak şeyler. Biz mesela bir tasviri farklı şekilde yaptıysak onlarla ilgili ufak değişiklikler oldu.

S. Okyay: Leylak rengine kahverengi demişse mesela bir iki pijama renginde, onları düzeltmişizdir. Ama “asa” kelimesini düzeltemedik.

K. Kutlu: Harry’nin dünyasını tamamlayan şeyler neyse ilk kitapta, ona riayet ettik. Hâlâ da ediliyor bu arada ek kitaplar geldikçe. Mesela bir kelime esprisi yapılacak, biz o kelime esprisi ile değil de başka bir kelime esprisi ile yapmışız. Bir de o ona gönderme yapınca mecburen ya dipnot vereceksiniz ya cümle içinde açıklayacaksınız. Ama Harry Potter okurları terminolojiye çok bağlılar, onu değiştiremezsiniz.

S. Okyay: Her şeyi biliyorlar, her şeyi hatırlıyorlar!

K. Kutlu: Kendi adıma söylersem, ben de hiç tahmin etmiyordum bu arada. Harry Potter ilk çıktığında ben kapak fotoğraflarını görmüştüm. Açıkçası Discworld gibi, mizahi bir şey diye düşünmüştüm. Gözlüklü bir çocuk, saçları havada, süpürge elinde. Süpürge var mıydı ilk kitapta emin olamadım gerçi.

S. Okyay: İkide galiba üzerine Hogwarts Ekspresi geliyordu.

K. Kutlu: Simon The Sorcerer serisi[1], Discworld geldi aklıma. Ben çeviri yapana kadar hiç okumadım ama Harry Potter’ı.

 

Filmlerini izlemek de sizin için ayrı bir keyif olmuştur.

K. Kutlu: Keyif mi? (Gülüşmeler) Stres daha çok! İlk filmi izleyemedik; Sevin Okyay hemen önümde oturuyordu. Durmadan bana dönüp “Bu ne, bu ne?” diyordu. Çünkü altyazıda çeviriyi kullanmamışlar.

S. Okyay: Ülkü “Ben yardım edeyim size.” demiş. “İstanbul’da değilim, bana yollayın, kitaptaki hâline getireyim.” demiş, yollamamışlar.

K. Kutlu: Dolayısıyla çeviriden bambaşka şeyler vardı.

S. Okyay: Ben böyle arkama dönüyorum, Kutlukhan; “Bakma altyazısına, dinle, dinle!” diyor bana.

 

Bu duruma dair herhangi bir eleştiri yazılmadı herhalde o dönem?

K. Kutlu: Yok, yazılmadı. O sırada sanırım Warner Bros getiriyordu zaten altyazıyı. Warner Bros’tan tanıdıklarımız da vardı… Sitem etmişizdir, gönderseydiniz biz de bakardık diye.

S. Okyay: Bir maddi karşılık da beklemezdik.

K. Kutlu: Warner Bros marka konusunda biraz hassas. Bence çeviriye aynı dikkati göstermiyorlardı. O filmde bize sormamaları, hatta ilk başta tabii Ülkü Tamer’e sormamaları... Ama ikinci, üçüncü filmden itibaren düzelttiler.

S. Okyay: Warner Bros kelimelere de müdahale eder. “Muggle” diye bırakması Ülkü’nün, tamamen Warner Bros eliyledir! Çünkü oyunlar, oyuncaklar yapılıyor ya, muggle diye bir oyuncak yapmaya karar vermişler, onu çeviremiyorsun. Yoksa muggle nedir, hepimiz muggle’ız, nasıl bir şey olacak?

K. Kutlu: Biz Fantastik Canavarlar Nelerdir, Nerelerde Bulunurlar’ı çevirirken bize liste geldi Warner Bros’tan. Bu kelimeler Türkçeye çevrilmesin diye. Biz de; “Kitap hiçbir şeye benzemez böyle, yarısı İngilizce olur, en azından yanlarına Türkçelerini yazalım.” gibi bir öneri sunduk. Neyse ki o kabul edildi. Yoksa bütün çevirilerde öyle kalacaktı.

S. Okyay: Dragon kelimesini ejderha olarak çevirmişiz doğal olarak. Orada dragon mu diyeceğiz şimdi?

 

Bu terminoloji de yerleşti ama dillere, muggle derken yadırgamıyoruz…

K. Kutlu: Şu anda insanlar “İyi ki öyle bırakmışsınız. Bu sayede biz de dünyadaki Harry Potter terminolojisini takip edebiliyoruz.” diyorlar, millet muggle tişörtü giyiyor filan. Ama yine de Ülkü Tamer olmasa kesin çevirirdik. Çünkü onu “muggle” diye bırakmanın hiçbir manası yok, özel isim değil sonuçta. Hayvan isimlerini bırakmak bile daha mantıklı.

 

Borges;[2] “Fantastik bir öykü yazıyorsanız onu olağanüstülüklere boğmayın. Aksi halde Binbir Gece masallarına dönüşür.” diyor. Harry Potter’ın tüm fantastikliğine rağmen bir ayağı hep yere basıyor aslında; muggleların hissedilir varlığı, okula giden trenin olmayan bir peron dahi olsa gerçek bir istasyondan kalkması... Gerçek ve fantastik dünyanın iç içe, yan yana bir uyumu söz konusu. Sizce Harry Potter’ın başarısının ardında ne var?

S. Okyay: Evet mugglelar sayesinde ayakları yere basıyor ya da aklı başında hocalar sayesinde. Ama fantastik de diz boyu!

K. Kutlu: H. G. Wells[3] de aynı şeyi söyler aslında; “Bir buluş yaptınız fantastik, o öyle kalsın.” der. Yani görünmez bir adam yarattıysanız ayrıca uçan adam olmasın içinde. Ya da Marslılar geldiyse bir taraftan dünyaya, bir yandan da büyü olmasın. Ama H. G. Wells zamanında bilimkurgu daha yeni doğuyordu. Coleridge’in[4] Wordsworth’le[5] birlikte Lyrical Ballads’ı yazdıklarında bir sözü vardır: “Olağanüstü şeyler anlatabilirsiniz ama insan hakiki olmalı.” der. Harry Potter oradan kazanıyor bence; insanları hakiki. Biz kitaplar yayımlandığı zaman okullarda söyleşi yapıyorduk, çocukların hepsi büyüden çok etkileniyorlardı ama karakterlere çok tutkundular. Kendilerinden bir şey bulmuşlardı. Onların hayatı, okulda çektikleri zorluklar... Kendi sıkıntılarının dev aynasındaki yansımaları gibi algılıyorlardı çocuklar bunları, bir yerlere oturtabiliyorlardı. Ben onun çok etkili olduğunu düşünüyorum. Yoksa içinde o kadar çok fantastik unsur var ki... Bir de tek bir mitolojiden de değil, her yerden almış Rowling. Sonra gar hikâyesi var mesela. Londra’da Kings Cross istasyonunda 9 ¾ peronu yapmışlar temsili. Londralıları bir düşünün; yaşadığınız hayatın içinde Harry Potter’ı bulabileceğiniz bir sürü şey var. İşte buna “modern fantezi” diyorlar.

S. Okyay: Kıskandırmak gibi olmasın ama ben de Flying Ford Anglia’ya bindim. Uçmadık gerçi ama… Rahmi Koç Müzesinde sergilendiği zaman izin vermişlerdi; “Madem çevirenlerden birisiniz, o zaman binebilirsiniz.” demişlerdi. Başarısının ardındaki bir diğer şey de çok iyi fikir olması bence. Sahiden Harry Potter çok iyi bir fikir!

Fotoğraf: Sevin Okyay’ın Hakikaten isimli nehir söyleşi kitabından alıntıdır.

 

K. Kutlu: Bir yandan da bilinen bir şey. Ursula K. Le Guin biraz yakınmıştı; “Ben de yazdım mesela seneler önce büyücüler okulunu.” şeklinde. (Gülüşmeler)

S. Okyay: Küçüklere açıklamak için daha fazla düşündüm ben. Yetişkinler, üçte biri okurların. Kâğıtlara sarıyorlarmış kitabın kapağını. En sonunda onlar da rahat okuyabilsinler diye yayınevi yetişkin baskıları yapmaya başladı. Ben de heyecanlandım Harry Potter’ı okuduğumda, sonuçta ben de büyüğüm. Hiçbir zaman geç kalmadım, keşfetmediğim bir şeyler vardır hissiyle baktım.

K. Kutlu: Ben “Bu kitap sayesinde hayatımın zor zamanlarını rahat atlattım.” diyen insanlar gördüm. İnsanlara moral veren bir yanı da var demek ki kitabın.

S. Okyay: Yoksa en temeline bakacak olursak, aşağı yukarı şeye benziyor...

K. Kutlu: Kemalettin Tuğcu kitaplarına. (Gülüşmeler)

S. Okyay: Kemalettin Tuğcu, evet! Ana yok, baba yok. Hain akrabalarının yanında, ona uzun kollu şeyler giydiriyorlar. David Copperfield[6] gibi her an bir yere kaçmasını bekliyorum ben. Bir yere gidecek, bunu hırsızlık etti zannedecekler, diyorum. Orada bitiyor gerçi.

K. Kutlu: Onun yerine gelmiş geçmiş en kötü büyücü peşinde. (Gülüşmeler)

 

Çeviribiliminde kabul görmüş yargılardan biri de, edebî metinlerde çevirmenin yazar ile yarışmak zorunda olduğu. Başka dilde yazılmış bir metnin Türkçede bu kadar okunur olmasını sağlayan sizlersiniz aslında. Biz bizlikte çalışma yönteminizi çok merak ediyoruz, Harry Potter kitaplarını iki kişi çevirmek nasıl bir tecrübeydi?

S. Okyay: Okurlar karakterlere nasıl önem veriyorsa, biz de karakterlere çok önem verdik. Yaşlarına, karakterlerine uygun konuşturmaya çalıştık. Mesela ben biraz eski kelime kullanmayı sevdiğim için Kutlukhan bana diyordu ki; “Abi ya, Ron böyle konuşur mu? Bunu değiştir istersen sen, Dumbledore geldiğinde istediğin gibi kullanırsın bu eski kelimeleri.” (Gülüşmeler) İki kişi olduğumuz için birbirimizin dilini yakınlaştırmaya çalışıyorduk en çok. Çok yakınlarımıza gösteriyorduk bir bölümü, hangimizin çevirdiğini bulamıyorlardı hatta.

K. Kutlu: Birer bölüm birer bölüm şeklinde paylaşıyoruz, ikimiz de tam eşit sayıda bölüm çeviriyoruz. Ondan sonra okurken yan yana oturuyoruz ve kim çevirdiyse çevirmeyen kişi o bölümün başına oturuyor ve üstünden geçiyor. Ben hep şunu söylüyorum; “Senin söylemeyeceğini düşündüğün herhangi bir şey gördüğün anda değiştir. Güzel olup olmaması önemli değil. Ben böyle çevirmezdim diyorsan değiştir!” Çünkü dili başka türlü yaklaştıramayız. Sevin Okyay çok kibar olduğu için dokunmamaya çalışıyor. Ben sürekli dürtüyorum, “Değiştir bak, sana uzak bir şey varsa değiştir.” O böyle kibar kibar, benim ittirmemle bir şeyleri değiştiriyor. Ben sonra oturup söylemeyeceğim her şeyi takır takır değiştiriyordum. “Sen de hiçbir şeyi beğenmiyorsun…” diyordu.

S. Okyay: Hakikaten sonunda aynı olmuştu ama dilimiz.

K. Kutlu: Evet, ben bile okuduğumda “Kim çevirmişti bunu ya?” diye düşünüyorum. (Gülüşmeler) Mesela onun bölümlerinin bazıları benim bölümlerimin çevirilerine daha çok benzer; çünkü editini ben yaptığım için kelimelerin üstünden geçerken değiştirmişim. Sonra ben kendim çevirdim sanıyorum. Oluyor böyle şeyler…

S. Okyay: Bu bir bölüm sana, bir bölüm bana anlaşmasını sadece iki yerde bozduk. Bir tanesi mağaraya girdikleri bölüm, orada ben cidden korktum. Ben bir de korkarım yani, gerçi bu korku edebiyatı sayılmaz ama hakikaten korktum o kısımda.

K. Kutlu: O bölüm korkunçtu ama.  

S. Okyay: “Tamam, ben yaparım onu.” dedi Kutlukhan. Sadece korkmaktan değil, gözümü kapattığımda hayal edemiyordum, gözümün önüne getiremiyordum. Ne yapıyor, nereden, nasıl biliyor da o tekneye biniyor, gidiyor… Hep böyle bildiğim şeyler geliyordu gözümün önüne, yosunlu taşlar uyduruyordum. Tamam, ben yaparım deyip aldı benden neyse ki.

K. Kutlu: Quidditch’leri alıyordum ben bir de genelde.

S. Okyay: Sirius’un öldüğü bölümü de ben istemiştim. Ama bendeydi belki de bilemiyorum. Çünkü Sirius benim en sevdiğim karakterdi. Hatta birisi ölecek dediklerinde ben telaşlandım. Galiba Ayça’ya, dedim ki “Hiç bilmek istemiyorum.” Ayça onu tamamen yanlış anlamış, öğrenemedim sanmış. Bir gün oturuyoruz, telefon çaldı: “Sirius!” dedi. Dedim “Ne Sirius?” “Ölen.” dedi. “Neee!” dedim. “Sirius ölmüş. Aman Allah’ım!” Ondan sonra Kutlukhan’a tutturdum: “Ben kadına [J. K. Rowling’e] mail atacağım!” Adresi de yok gerçi, artık nasıl atacaksam… “Zaten iki tane doğru düzgün karakter yarattın!” diyeceğim, çok sinirlenmiş bir şekilde; “Ötekini de öldüreceksen haber ver de çevirmeyeyim!” Kutlukhan da diyor ki; “Yahu sana ne? Kadının kendi kitabı, istediğini öldürür, istediğini yaşatır!”

Jordan’ın Zaman Çarkı’nın[7] sonunda ekler vardır, madde madde yazar olayları. Benim de sevdiğim bir karakter var, onun yanında “öldüğü varsayılan” der, “ölen” demez. Biz bunun üzerine bayağı beklemeye başlamıştık kadını diriltecek bir şekilde diye. Sonra karısıyla buraya gelmiş. Karısı da çok seviyormuş o karakteri. Tutturduk kitap fuarında, yalvardık, “Ne olur diriltsene!” diye. Baktı bize, dedi ki: “Öyle her öleni diriltsem otuz beş cilt olur o kitap!” (Gülüşmeler) Ben aynen o şekilde Sirius gelecek sandım. Çünkü fısıldıyorlar perdenin arkasından… Sonra gelmedi.

 

Çeviri ile meşgul olanların altını çizdiği bir nokta daha var. Başarılı bir ürün ortaya çıkarmak için çeviren kişinin kendi metninin de eleştirel okuru olması gerektiğini söylüyorlar. Siz aslında şanslısınız, birbirinizin okurusunuz aynı zamanda. Peki, anlaşamadığınız, birbirinizin cümlelerini eleştirdiğiniz zamanlar oluyor muydu?

S. Okyay: (Gülerek) Herhalde stresten de oluyordu birazcık. Çünkü bir an önce yetişmesi lazım ama çok dikkatle de okunması lazım.

K. Kutlu: Kelime çevirilerinde anlaşamadığımız hiç olmadı. Hatta ben çeşitli alternatifler buluyordum, “Hangisini yapalım?” diyordum. Bana biraz fazla kolay beğeniyormuş gibi geliyordu Sevin Okyay. O yüzden ben ittiriyordum biraz; “Beğenme, başka bir şey bulalım eğer iyi görünmüyorsa.” diyordum. Yine de pek ihtilaf olmadı. Sorun çok dar takvimli kitaplarda çıkıyordu.

S. Okyay: Ki hemen hemen hepsi de öyleydi zaten.

K. Kutlu: Tamamen işin zanaatı; cümle nasıl kurulacak, bu haliyle rahat anlaşılıyor mu, akıyor mu, ton tuttu mu… Sevin Okyay daha çok takvime uymaya önem veriyordu ama ben bırakamam.

S. Okyay: Ayrılamıyordu, metinle vedalaşamıyordu.  

K. Kutlu: Takvim geliyor bile olsa o cümle olmadıysa bırakamam ben, başında kamp kurarım. O da “Yeter artık, oldu işte.” diyordu.

S. Okyay: Yatmışım mesela salonda, uyuyorum, Kutlukhan hâlâ çalışıyor. “Bırak şunu, tamam.” diyordum.

K. Kutlu: Halimiz de sefildi, özellikle üçüncü kitapta... Aynı evde de oturmuyoruz, aynı eve geldik, sırt sırta sandalye koyduk. Charles Dickens kitaplarında sweatshoplar[8] vardır ya çocukların günde on sekiz saat çalıştığı, öyle sırt sırta verip birbirimize sora sora çalıştığımız oluyordu. Çok zordu hakikaten.

S. Okyay: Bir saat mola verelim, kahve içelim diye evden çıkıyorduk, gittiğimiz bir kafe vardı. Yemin ediyorum garsonlar bile “Siz ne yapıyorsunuz burada? Eve gitsenize. Kitabı bitirsenize!” diyorlardı bize.

K. Kutlu: Bayağı toplumsal baskı vardı üzerimizde.      

S. Okyay: Sonra evleri ayırdık biz. (Gülüşmeler) Zaten ayrı yaşıyorduk ama aynı evde oturup okuyorduk. Dedik ki en iyisi ayrı ayrı okuyalım, birbirimize notlar atalım, sonra telefonla konuşuruz. Gırtlak sıkma ve balta meselelerinin önüne geçmek için...

K. Kutlu: Aslında o gırtlak sıkma, balta meseleleri evleri ayırdıktan sonra oldu daha çok. Eleştiri diye bir şey hiç yoktu zaten, onu söyleyeyim bir kere. Çünkü eleştirmenin bir anlamı yok, birisi beğenmediyse o değişecek. Tabii kendisini izah ettikten sonra… Çeviren kişi “Bence öyle değil, şöyle olmalı.” diyorsa nihayetinde yine çevirenin dediği olur. Diğeri ikna edemiyorsa, o zaman öyle kalır o. Mesele süreçlerin uzamasındandı. Biz şöyle yapıyorduk. Herkes bir bölüm çeviriyor, sonra üzerinden bir son okumasını yapıyor. Ama adı son okuma, kabaca hataları düzeltiyor ki çok yanlış olmasın. Ondan sonra bir araya geliyoruz. Aslında normalde tek başınıza çevirseniz, bir iki gün bırakırsınız ki sonra salim kafayla dönüp okuyasınız. Ama vakit yoktu, bir gün bile bekletemiyorduk. Çevirdikten sonra bir araya gelip okuyorduk. Dolayısıyla aslında metnin çok işi oluyordu, ikimizin metin başında oturduğu saatler çok uzundu. Bütün gün bölüm okuyorduk, sabahın köründe başladıysanız gece yarısına kadar iki bölümü okuyorsunuz. Dolayısıyla çok uzun sürüyordu, ikimizin de sabrı ve enerjisi bitiyordu. Daha sonra öbür kitaplarda bunun azalmasının sebebi takvimin daha normalleşmesiydi. En azından bir gün ara verip daha sonra başına oturup okuduğumuzda daha az iş çıkıyordu. O yüzden baltalar toprağa gömüldü. (Gülüşmeler)

S. Okyay: Bir de “hangi ülkede en çabuk bitti” durumu vardı. Biz galiba iki kere en hızlı çeviren ülke olmuştuk. İki kişiydik sonuçta.

K. Kutlu: Sanki Yapı Kredi dünyada ilk olmaya çalışmıyordu. Biz buradaki Harry Potter okurları yüzünden acele ediyorduk. Sayıca çok olmamasına rağmen çok tutkululardı ve Yapı Kredi’ye sürekli “Ne zaman çıkacak?” diye soruyorlardı. “Çok geç çeviriyorsunuz!” dediklerinde de “İnsaf edin, dünyada ilk biz çeviriyoruz.” diyorduk. (Gülüşmeler)

S. Okyay: Güzeldi ama…

K. Kutlu: Şunu da itiraf edeyim; daha çok vaktimiz olsaydı daha kötü yapabileceğimiz şeyler olacaktı. Bazı şeyler, özellikle yaratıcılıkla ilgili şeyler baskı altında daha iyi çıkıyor ortaya. İnsan çaresiz olunca ilham şimşeği bir anda çakmaya başlıyor. Çok durunca elinde bir şeyler, kötüleştirebiliyorsun.  

S. Okyay: Evet, çok durması da hayırlı olmayabiliyor, olmuş işi gereksiz yere bozuyorsun. Bizim bir sözlüğümüz var mesela yüz elli sayfa kadar, Harry’de neye ne dedik, hepsi yazıyor orada. Yeni kitaplar çıktıkça da dönüp bakıyoruz. 

 

 

Onu yayınlamak gibi bir projeniz var mı?

K. Kutlu: Yok, hayır. Tuttuğumuz sözlükte sadece terimler yok çünkü. Tasvirler de var; Dumbledore’u nasıl tasvir ettik mesela açıp bakıyoruz.

S. Okyay: İşte şöyle gözlüklü, şöyle sakallı… Çünkü ne dedikse zamanında yine onu söylememiz lazım. Bir kelimeyi bulamıyorum mesela, kitabı açıyorum, sonra kelimeyi bulup okumaya devam ediyorum kitabı, bir bakmışım sonuna gelmişim. (Gülüşmeler) Çok bitirmişimdir öyle, kelime bakacağım diye.

K. Kutlu: Yeni kitaplarda eskiye referans oluyor, alıntı oluyor. Dolayısıyla geriye dönüp ne olduğuna bakmamız gerekiyor. Şimdi elimizde dijitalleri var tabii çevirilerin, ben aşağı yukarı şöyle çevirmişimdir burayı diyorum, taratıp bir bakıyorum aynısı çıkıyor. O zaman da çok tatmin edici oluyor.

 

Edebî metin çevirmek zordur ama hem fantastik hem edebî bir metni çevirmek çok daha zor olmalı. Ateşoku, Hortkuluk, Ölümyiyen, Ruh Emici, Çapulcu Haritası... Harry Potter severlerin konuşma diline giren tüm bu kelimeleri zannederiz Kutlukhan Bey’e borçluyuz. Fantastik bir metni çevirmek bu anlamda nasıl bir tecrübeydi?

K. Kutlu: Sevin Okyay ikinci kitabı çevirirken bana soruyordu, şunu nasıl yapacağız, buna ne diyeceğiz diye. Ben de “Şu, buradan kaynaklanıyor büyük ihtimalle, şuraya gönderme yapmış.” gibi çıkarımlarda bulunuyordum. Daha metnin çevirmeni değilken çevirmeye başlamıştım aslında.

S. Okyay: Fevkalade sinir bozucuydu, bunu da belirteyim. Benim arayıp arayıp bulamadığım bir şey vardı ikinci kitapta, Kutlukhan’a sordum. Kelimenin evveliyatını bile anlattı bana. Sonra biz de yavaş yavaş öğrendik tabii ama onun kadar olamadık.

K. Kutlu: O zaman internet de bu kadar yaygın değildi. Benim terimlerde en çok önem verdiğim estetiğiydi, yani güzel olması. Çevirinin doğru olması elbette çok önemli ama bu kitapları popüler yapan şeylerden biri de dili. Dil oyunları çok eğlenceli mesela. Yazar komik bir şey yaptıysa dille ilgili, siz ona bağlı kaldıysanız ama komik olmadıysa bence yapamadınız o işi. Orijinalinde bir yaratık adını okuyup gülüyorsa insanlar, Türkiye’de okuyup gülmüyorsa bence olmadı o çeviri. Türkçe okuyan okur da gülmeli orada. Hep bunun peşindeydim ben. Hortkuluk örneğin. Horcrux dendiğinde insanın zihninde bir karanlık beliriyor, kâbus gibi basan, ağır bir şey. Latince kökten gitmiş aslında orijinalinde, horcrux için “dışöz” ya da “dış çekirdek” diyemezsiniz bire bir çevirip. O yüzden ne yapayım, sesi temel alayım ama anlama da bir göndermesi olsun istedim. Hortlamak, korkuluk… İçinde bir şeylerin bekçiliğinin yapıldığını da korkuyu da çağrıştırsın derken hortkuluk çıktı. Mesela düşünseli de çok yakın bir çeviridir, pensieve, düşünceden geliyor zaten. Ama düşün süzgeci derseniz bence çok güzel olmaz, düşünseli tıpkı pensieve gibi, daha akıcı, bir rüzgârı var kelimenin. 

S. Okyay: Mesela zihnefendet.

K. Kutlu: O işte çok zor çevirdiklerimden. Tam kökten gidip neredeyse yüz şey deneyip çıkardığım bir kelime. O da occlumency, legilimency’den. Zor kelimeler… Yani İngiliz bir çocuk da oturup okuduğunda hiçbir şey ifade etmez; biraz kadim ve gizli, kilitli bir yapısı var. O yüzden çok yeni bir dil kullanırsak çocuklar çok rahat anlarsa, aynı şeye hizmet etmeyecekti. O yüzden biraz daha eski dile gideyim dedim, ne var; kapamak var, açmak var, üstesinden gelmek var… En sonunda oylamayla karar vermiştik.

S. Okyay: Kutlukhan “Bir de şöyle bir şey var, ne dersin?” diye Ayça’yı ya da Betül’ü aramıştı. Tabii çok iyi editörlerimiz vardı. Arada Kutlukhan arayıp “Bu olur mu?” diye soruyordu.  

K. Kutlu: Ayça’ydı galiba. Aradım. “Artık geçmiş olsun Kutlukhan, kitap matbaada!” dedi. (Gülüşmeler)

S. Okyay: Evet isimlerini de söyleyelim; Ayça Sabuncuoğlu, Betül Kadıoğlu.

K. Kutlu: Çok iyiydi editörlerimiz.

 

Fantastik edebiyatın dışında düşündüğümüzde de çeviri konusunda “yetişkinler için çeviri” “çocuklar için çeviri” gibi bir ayrım yapmak gerekiyor. Örneğin yetişkinler için dipnot vermek gibi bir kolaylık varken, “çevirmenin notu” şeklinde kendini açıklama imkânı doğarken çocuklar için çevirdiğinizde bu pek mümkün değil. Çocuklar için çevirmenin kolaylıkları, zorlukları nelerdir?

K. Kutlu: (Sevin Okyay’a dönerek) Buyur, hem çocuk kitabı yazarı hem çevirmeni, sen söyle.

S. Okyay: Çocuk kitabı çok daha zor. Her zaman daha zor olduğunu düşünüyorum. Çocuklar hem anlayacaklar hem beğenecekler, hayal güçleri de gelişecek o kitabı okuduklarında… Hele fantastik bir şey yapıyorsan çok daha zor olduğunu düşünüyorum. Bir defa, evet, dipnot asgariye iniyor, tamamen kaldırılmasa da. Fazla anlatan, biraz tepeden bakan ukalaca dipnotları hiç kullanamazsın zaten. Belki komik bir şeyi getirirsin, bir tekerleme gibi, o zaman kullanırsın. Ama hem çocukları memnun edeceksin hem kitabın orijinaline mümkün mertebe sadık kalacaksın, çok zor. Büyükler için her zaman daha kolay çevirmek.

K. Kutlu: Bence de. Biz Harry Potter’a çocuk kitabı olarak başlamasaydık diliyle ilgili birçok şey öyle oturmazdı. Yetişkin kitabı olsaydı öyle yaklaşmayacağımız birçok yer var. Karakterlerin konuşmaları değişmezdi, yetişkin kitabı da olsa bir çocuk nasıl konuşuyorsa onun kelime haznesine yakın bir şekilde konuşturmaya çalışırsınız. Ama biraz daha mizahi, oyunbazsa dili, dipnot önemli; ben çocuk kurmacasında dipnota hep karşı oldum. Kurmacada insanlar kaptırıp gitmişken orada durdurup aşağıya göndermek bence işin büyüsünü kaçırıyor. Sadece bir tane dipnot vardı hatırlıyorum, onu da koymasaydık olurdu bence, keşke sözlüğe baksalardı. Arbalet demiştik, sonra arbaleti tarif eden bir dipnot eklemiştik. Çok sık olmadıkça bence bir kitapta birkaç kez sözlüğe bakmaları iyi bir şey, kelime öğrenirler ne güzel. Ben öyle çok kelime öğrendim.

S. Okyay: Ama düşünsene bazı kitaplar var çevirdiğimiz ya da okuduğumuz, mesela Chaucer, Canterbury Hikâyeleri, bizim okuduğumuz eski İngilizcesiydi. Dipnotu kitaptan fazlaydı. Yani akışını kaybediyorsun ama yetişkin olduğun için onların hepsini okuyorsun. Hiçbir çocuktan bunu bekleyemezsin. Gerçi bu kadar mübalağalı dipnot da ender bulunur.

K. Kutlu: Bir de edebiyatın kuruluklarına ve yapmacıklıklarına büyükler daha iyi tahammül ediyor. Çocuklar hiç tahammül etmiyor, biraz kötü dil kullandınız mı hemen kitabı bırakıyorlar. Vasat çevirinin en sert eleştirmeni çocuklardır. Direkt bırakıyor çünkü kitabı. Yetişkin okur da içeriğin diğer taraflarıyla ilgilenirken çeviri vasat da olsa okuyor, hepimiz ne vasat çeviriler okuduk…

S. Okyay: Zaten çocuklar başka bir şekilde düşünüyorlar. Kitabı bize imzalatmaya getirdiklerinde on, on iki yaşlarındaki bir kıza; “Ama şekerim, çevirmen imzalamaz ki kitabı.” demiştim. “Amaan, nereden bulacağız şimdi yazarını?” dedi. Yıllarca imzaladık biz Harry Potterları.

K. Kutlu: Evet, benim de hayatımdaki enteresan şeylerden biridir, çevirdiğim kitabı imzalamak.

S. Okyay: İkinci kitapta bir bulmaca vardı, Tom Marvolo Riddle’ın kendi içinde harfleri yer değiştiriyordu; “I am Lord Voldemort” çıkıyordu. Şimdi onu Türkçeye “Adım Lord Voldemort” diye çevireceğiz ama biri “I am” biri “adım”. Bizde d harfi fazla geliyor. Yani perişan olsan, dört ay başında otursan tam çeviremezsin o bulmacayı. 

K. Kutlu: Biz de yayınevi ile görüştük, dedik bunun sadece bir yolu var: Marvolo kelimesine d harfi ekleyip “Marvoldo” yaparsak bu iş çözülecek. Onlar da tamam dediler, biz de öyle yaptık. Koç Lisesine söyleşiye gittiğimizde bir genç kız düzeltmişti bizi, “Yalnız o Marvoldo değil, Marvolo!” diye. (Gülüşmeler)

 

Bu güzel söyleşi için, bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.  

S. Okyay: Biz teşekkür ederiz, çok güzel oldu. Neşelendik.


[1] Bir büyücü yamağının maceralarını konu edinen, 93 yapımı bir macera oyunu.

[2] Jorge Luis Borges: Arjantinli öykü, deneme yazarı, şair ve çevirmen. Büyülü gerçekçilik akımının önde gelen yazarlarından.

[3] Herbert George Wells: Modern bilim kurgu yazarı.

[4] Samuel Taylor Coleridge: İngiliz şair.

[5] William Wordsworth: Coleridge’le Lyrical Ballads’ı yazarak romantik akımı başlatan İngiliz şair.

[6] Charles Dickens’ın öz yaşam öyküsü olduğu da söylenen, dönem İngiltere’sinin portesini işçi sınıfına ayna tutarak çizen romanının ve ana karakterinin adı.

[7] Robert Jordan’ın The Wheel Of Time adlı on dört kitaplık bilim kurgu serisi.

[8] Çalışma şartları kötü olan, özellikle çocuk işçi çalıştıran iş yerleri.