Dosya

Aziz Nesin’in Çocuk Öykülerinde Kara Mizah Unsurları Ve Karakter Komiği

19. yüzyılda Batı’da başlayan sanayileşme, teknolojik ilerleme, zenginliklerin paylaşılamaması, alt ve üst sınıfın birbirinden ayrılması gibi sebeplerden dolayı toplumun önde gelen yazarları da hatırı sayılır derecede etkilenmiştir.

Aziz Nesin Türk edebiyatının, mizah türünde eser veren usta yazarlarından biridir. Nesin, politik mizahın sıkça yer aldığı yetişkin metinlerinin yanında mizahın çocuk neşesiyle bağdaşmış fıtrî yapısından olsa gerek çocuk metinleri de üretmekten geri durmamıştır. Şahsi hayatında büyük yer verdiği çocuklar için Aziz Nesin Vakfı’nı kurmuş ve onlara ömrünün büyük bir kısmını vakfetmiştir. Çocuklara En Güzel Öyküler eseri, Türkiye İş Bankası’nın 2013 yılında, “Karneni Göster, Kitabını Al” çalışmasının altıncı yılında çocuklara karne hediyesi olarak verilmiştir.  Her ne kadar eserlerinde kara mizahı kullansa da çocuk metinlerinde bunu biraz daha yumuşattığı görülmektedir. Ekseri yetişkin metinlerinde din, siyaset, demokrasi, yönetim gibi konuları eleştirirken çocuk metinlerinde daha çok ahlak ve eğitim konularını mizahi yönden işlemiştir. Ben de bu yazımda Aziz Nesin’in çocuk öykülerindeki kara mizah unsurlarını ve karakter komiğini inceleyeceğim.

 

Öncelikle mizah ya da gülmece nedir?[1]  Kierkegaard’a göre komik: “Yaşamın her aşamasında vardır çünkü nerede yaşam varsa orada karşıtlık vardır ve nerede karşıtlık varsa orada komik vardır” (Aktaran Nesin, Cumhuriyet Dönemi… 16). Buna göre bir şeyin komik olabilmesi için temelinde bir karşıtlık barındırmalıdır. Ferit Öngören ise mizahı oluşturan üç unsurdan bahseder: “mantık, görüntü ve toplumsal ilişki” (Öngören 25). Buradaki “mizahın mantığı”, Kierkegaard’ın öne sürdüğü “karşıtlık”la benzeşir. Nasrettin Hoca’nın “ipe un serme” örneğini vererek burada ilk bakışta göze çarpan mantıksızlığa dikkat çeker. “İpe un serilir” önermesi doğru iken “ipe taş serilir” önermesi yanlıştır. Ancak “ipe un serilir” önermesine aslında yanlış denilemez. Çünkü “içinde zekânın kamburu ışımaktadır. Bilerek bir yanlış önermenin kurulmuş olduğunu da söyleyebiliriz. Kısaca, bu cümlenin taşıdığı öz ve kuruluş yapısı olarak doğru ya da yanlış değerlendirilmelerini aşan, mizahi bir önerme karşısında bulunduğumuzu belli eder” (Öngören 24). Bu da bizi Théophile Gautier’in “saçmanın mantığı” dediği gülmece tanımına götürür. “Her gülünç şeyin, hiç olmazsa bir yönden karşıtlığı vardır ve bizi güldüren şey, görünür biçimde ortaya konmuş bir saçmadan başkası değildir ya da bir yönden saçma olup da öteki yönden mantıklı olarak açıklanabilen her şey gülünçtür” (Aktaran Nesin, Cumhuriyet Dönemi… 27).

 İnsanlar en çok neye güler? Bergson, “İnsandan başka gülünç hiçbir varlık, hiçbir yaratık yoktur; doğa güzel ya da çirkin olabilir ama gülünç olamaz. Bir hayvana gülmemiz, o hayvanda insan durumu, insan davranışı, insana benzerlik görmemizdendir” der (Aktaran Nesin, Cumhuriyet Dönemi… 21). Sosyal medyada kendi doğal ortamında gördüğümüz maymuna gülmezken bir mutfağın lavabosunda bulaşık yıkayan ya da fasulye kıran maymun gördüğümüzde kahkaha atarız. Aynı şekilde sokakta gezen bir kedi hiç komik değilken dört ayağı serili, sırt üstü yatmış keyif yapan kedi gülünçtür. Dolayısıyla insan aslında kendisine güler, denebilir.  İnsanın kendine gülmesi ise Hobbes’un, “Gülme, birdenbire duyulmuş bir gururdur.” (Aktaran Nesin, Cumhuriyet Dönemi… 20) tanımıyla eşleştirilebilir. Hobbes’a göre insan kendinden daha aşağı gördüğü biri karşısında gurura kapılır ve bu alaycı gülmeyi doğurur. Aslında alay konusu olan; insanın, hayvan ya da ötekisi üzerinde gördüğü kendi davranışıdır.

 

Aziz Nesin’e göre gülmeceyi ortaya çıkaran önemli bir unsur daha bulunur; “topluma uyarlanamama, toplumun dışında kalma” dır.  Nesin, bir insanın yürürken düşmesini o, insanın şapşallığına bağlar, bu da bir bakıma kendini topluma uyarlayamamadır ve gülünçtür. Yürürken adımlarını hesap edebilme, dikkatini toplama, uyumun göstergesidir; aksi şekilde dümdüz makine gibi yürüme uyumsuzluktur ve insanı güldüren şey de insanın makineyle özdeşleşmesidir. Bu durumu “hareket komiği” olarak adlandırır. Bu hareket aynı zamanda komik bir görüntüdür de. Bu da “mizahta görüntü” unsurunun oluşmasını sağlar (Nesin, Cumhuriyet Dönemi… 25). Topluma uyarlanamama, yalnızca hareket ile değil karakter ile de mümkündür. Toplumun dışında kalan saplantılı kişiliklerin gülünç duruma düşmesini de “karakter komiği” olarak adlandırır ve Don Kişot örneğini verir. “Bir insanın toplumca yanlış sayılan bir düşünceye saplanarak topluma uyarlanamamasıyla yolda giderken düşmesi arasında, esasta büyük bir ayrım yoktur. Toplumun gidişine ayak uyduramayan da başını gerçekler dünyasının sertliğine çarpıp gülünçlüğe düşen kişidir (25). Don Kişot, kendini şövalye zannetmesiyle, yel değirmenini dev sanmasıyla topluma uyum sağlayamayan bir karakterdir, dolayısıyla başına gelen olaylar da gülünçtür. Yazar, gülmecenin en güçlü türü olarak görevci gülmeceyi gösterir; “bir yararı olan, eleştiricilik, yericilik ve olumlu yönde yıkıcılık görevi yüklenmiş olandır” (36). Salt güldürme amacı yoktur, güldürürken düşündürür ya da ağlatır. Daha çok halk gülmecesi içerisine girer çünkü ezen ve ezilen arasında cereyan eden bir gülmecedir.

 

19. yüzyılda Batı’da başlayan sanayileşme, teknolojik ilerleme, zenginliklerin paylaşılamaması, alt ve üst sınıfın birbirinden ayrılması gibi sebeplerden dolayı toplumun önde gelen yazarları da hatırı sayılır derecede etkilenmiştir. Burjuvazinin önce çıkması sonucu kıyıya köşeye atılan sanatçı ve yazarlar bu ötelemenin bedelini ağır ödemiştir. “Victor Hugo sürgünde buldu kendini, Balzac borçlarının içinde boğuldu; De Quincey ve Poe, Baudelaire ve Oscar Wilde absentle haşhaş arasında paylaşıldı. Geriye, kaçışı yeğleyenler kaldı: Gauguin Tahiti’ye, Segalen Çin’e, Conrad Hindistan’a, Rimbaud Harrar’a, Germain Nouveau Kuzey Afrika’ya gitti. Mallarme evinden çıkmadı. Bir de gülenler oldu, gülmek canlarını acıttığı için” (Batur 7). “Kara mizah”ın doğuşu bununla başladı diyebiliriz. Çünkü kara mizah, egemen değerlerle yoğun çatışmaya girer, yerleşik olanı rahatsız eder. “Yumuşak değildir, yumuşak görünse bile alabildiğine sakin, ölçülü, zarif bir gidiş tutturmuşken bir anda gaddarlaşır. Kara mizah, kanlı bir kristaldir” (8). Enis Batur’un “kara mizah” tanımı, Aziz Nesin’in “görevci gülmece”siyle aynı görünmektedir.. Çünkü Nesin’e göre “Egemen sınıf gülmecesinin görevsiz oluşu çok doğaldır ve görevci gülmecenin amacı bir şeye karşı olmak, onunla alay etmek, onu çürütüp yıkmaktır. Oysa egemen sınıfın alay edeceği, çürütüp yıkacağı kendisinin üstünde bir sınıf yoktur” (Aktaran Nesin, Cumhuriyet Dönemi… 37).

Şimdi Aziz Nesin’in  “Ben Hayatta Daima” öyküsüne geçelim. Çocuğuyla Spor ve Sergi Sarayı’na giden bir babanın, izlerken oğluna verdiği nasihatlerin bulunduğu öyküde güreş başlarken heyecanla alkışlayan oğluna: “Sakin ol, hayatta hiçbir şeyin aşırısı iyi değildir” şeklinde nasihatlerle karşılaşmak mümkündür. Bir insan, evladım, hayatta hiçbir zaman aşırıya kaçmamalıdır; alkışlarken de öyle...” diyerek nasihatler verir (Nesin, Çocuklara En Güzel… 1). Daha sonra bu nasihatlerin ardı arkası kesilmez.

“Bak oğlum, güreşlerin sonu alınıncaya kadar beklemek yok. Müsabakalar bitmeden beş dakika önce kalkarız. Ne çok erken ne çok geç... Hayatta hiçbir zaman ne önde olmalı ne arkada kalmalı. Başa geçmek iyi değildir, geride kalmak da... Hayatta bir insan ne geç ne erken, tam zamanını bilmelidir.” “Bak, evden çıkarken pardösünü almadın. Bir evlat hayatta daima baba sözü dinlemelidir.” “Bazı babalar, gittikleri yerlere çocuklarını götürmezler. Gayet yanlış bir hareket. Bir baba hayatta daima oğlu ile arkadaş olmalıdır. “ “Ne o, ceketini mi çıkarıyorsun? Evet, çok sıcak oldu içerisi, çıkar ceketini. Ama bir kez bana sormalıydın... Bak oğlum, ceket çıkarmanın bir usulü vardır. Ceket öyle gelişigüzel çıkarılmaz. Çünkü sen ceketini çıkarır, dizinin üstüne koyarsan, cebindekiler yere dökülebilir, senin de haberin olmaz. Onun için ceketini çıkarırken önce cebindekilere bakacaksın, cebinde olanları dökülmeyecek, düşmeyecek gibi yerleştirip ondan sonra ceketini çıkaracaksın. Ben hayatta hiçbir zaman cebimdekileri iyice yerleştirmeden ceketimi çıkarmış değilimdir; onun için de hayatımda hiçbir şeyimi ne düşürdüm ne kaybettim...” (1-4)

Metindeki anlatıcının, çocuğun babasının dırdırından dikkati dağılarak maçı kaçırması söz konusudur. Çocuk tuvalete gitmek isteyince “İşte bir yanlış daha, bu kalabalıkta helaya nasıl gideceksin? Adım atılacak gibi değil ki. İnsan hayatta daima ihtiyatlı olmalıdır.” diye öğütlerini sıralamaya devam eder (4). Çocuk gittikten sonra bu kez de adam, anlatıcıya dönüp: “Kimi babalar, çocuklarını böyle yerlere yalnız başlarına bırakırlar. Hiç doğru değil... Ben hayatta çocuğumu hiç yalnız bırakmamışımdır.” diye övünür (5). Oğlu geç gelir ve adam son bir nasihat daha verir: “Hayatta daima, bir yere gittin mi çabucak işini yapıp döneceksin.” Maç sonunda o karmaşada çocuğu kaybolur. Babası anlatıcıya dönüp panikler, gitti gelmez, diye yakınır. Anlatıcı, gelir biraz sonra, diye teselli etse de baba, gelmez, diye diretir. Çünkü on bir çocuğu ve dört karısından hepsi onu terk etmiştir. Anlatıcı hayretle: “Şaşılacak şey, bu çocuk nasıl dayandı?” diye sorunca baba: “Bu, biraz şeycedir, nasıl söyleyeyim, biraz saf... On yedi yaşında, hâlâ bir türlü ilkokulu bitiremedi.” diye cevap verir (6).

 

Bu anlatıda kara mizah unsurlarından “mantık” öne çıkmaktadır. Burada okuyucuyu güldüren şey, babanın sözleriyle uyumsuz davranışlarıdır. Kendisini mükemmel bir baba olarak görürken gerçekte çocuğunu sıkboğaz eden, iradesine imkân tanımayan biridir. Yukarıda bahsettiğimiz “saçmanın mantığı” ilkesine göre; babanın davranışı okur tarafından -tutarsız olduğu için- saçma bulunurken kendisine göre mantıklıdır. Tıpkı Don Kişot’un yel değirmenlerini dev olarak görmesinde kendisi bir sakınca görmezken okurun saçma olduğunu düşünmesi gibi. Diğer çocuklarının terk etmiş olmasına rağmen anlatıcının babasının yanında kalmasına şaşırması ise çocuğun “uyumsuz” olmasıyla ilişkilendirilebilir. Çocuğun aslında “biraz saf” olması topluma uyarlanamayan, biteviye hesaplı hareket edemeyen, kendi hayatını planlayamayan biri olması da “karşıtlık” ilkesi çerçevesinde değerlendirilebilir. Hem babanın hem çocuğun “uyumsuz”luğu yaşamın içindeki “karşıtlığı” ortaya çıkardığından komiğe dönüşür ve “kara mizah”ın görevini yerine getirir; gülerken düşündürür.

 

Nesin’in “Gözüne Gözlük” öyküsünde ise; 24 yaşında bir gencin sağlık raporu alması için (tüm geleceği bu rapora bağlıdır) muayeneden geçmesi gerekir. Ancak göz muayenesinde gözlerinin bozuk olduğunu öğrenir. Doktor, 1 diyoptri miyop olduğunu söyler. Dünyası kararır. “Eskiden beş yüz adım ötedeki kara ineğin kuyruğuna konmuş atsineğini bile seçerken muayeneden çıktıktan sonra, burnumun ucuna yaklaştırdığım gazetenin yazılarını okuyamaz oldum.” diye herkese miyop olduğundan yakınmaya başlar (7). Ancak ona, miyop olmasının mümkün olmadığını çünkü miyop olsa uzağı göremeyeceğini söylerler. “Miyop gözün, uzağı görmediğini okulda öğrenmiştik ama unutmuştum. Başkalarının uyarmasından sonra yaptığım yanlışlığı anlayarak gazete, kitap okumaya başladım. Ama üç adım ötedeki duvarı görmüyordum.” diye yakınması başlar bu kez (8). Başka bir doktora gider. Doktor: “Onu kim söylemişse düpedüz halt etmiş, deyince ben de o kanıda olduğum için gözlerim eskisinden çok daha iyi görmeye başladı. Kırk beş yaşıma kadar gözlük takmadım.” deyip bir süre rahat bir hayat yaşar (8). Bir gün evine arkadaşı gelir ve ona neden gözlük kullanmadığını sorar. O yaşta gözlük kullanmazsa gözlerinin ileride daha da bozulacağını söyler. Adamın düşünceleri birden değişir. “Arkadaş gitti, benim gözlerimde de bir bulanıklık başladı. Ne uzağı ne yakını görebiliyorum. Ayrıca bir de gizli özentimi söyleyeyim. Hayatta gizli gizli iki şey istemişimdir. Biri saçlarımın dökülüp alnımın açılmasını biri de gözlük takmayı. Bu ikisi, insanı aydın kişi gösterir. Kasap çırağını al, saçı dökülüp alnı açılsın, bir de gözlük taksın, üniversiteye doçent yap gitsin.” diyerek teselli de bulur (8).

 

Buraya kadar kara mizah unsurlarından ikisi göze çarpar; karakter komiği ve mizahta görüntü. “Kara mizahı besleyen en önemli etken, Flaubert’le birlikte söyleyecek olursak, insanın barındırdığı derin alıklık, bönlüktür her şeyden önce” (Batur 8). Buradaki karakter herkesin dediğine inanan, saf biridir. Gözlerinin iyi görüp göremediğini bile başkaları belirler. Bu doğal saflığın üzerine, kel olmak ve gözlük takmakla aydın olunabileceği fikrini savunup karakterine bönlük katar. Okurun da hayal dünyasına bir görsel sunar. Dolayısıyla karakter sadece bönlüğüyle değil görüntüsüyle de komik olmuştur.

“Bu iki isteğimin biri bile olmadı. Ne istedik de oldu ki bunlar olsun. Saç dersen günden güne sıklaşır. Hiç olmazsa gözlük takayım da görenler de okuryazar adam desin. Bir göz uzmanı doktora gittim. Muayene etti: ‘1,75 diyoptri miyop.’ dedi. Demek 20 önceki ilk muayene eden doktorun dediği doğruymuş. O zamanki 1 diyoptri artmış, 1,75 olmuş. Reçeteye göre bir gözlük aldım. Gözlüğü takınca bir baş dönmesi, mide bulanması başladı, -affedersiniz- durmadan kusuyorum. Vapur tutmuş gibi içim dışıma çıkacak. Gözlüğü çıkarıyorum, hiçbir şey görmüyorum. Takınca hem görmüyorum hem kusuyorum. Taksam bir türlü, takmasam bir türlü, gözlük değil, bela...” (Nesin, Çocuklara En Güzel … 9)

Kahraman başkasının sözünü dinlemeye devam eder. Bu kez başka bir arkadaşı, başka bir doktora yönlendirir. O da hipermetrop olduğunu söyler.

“Reçeteye göre bir gözlük yaptırdım. Bu gözlük kusturmuyor, mide bulandırmıyor. Gelgelelim, bu da beni ağlatıyor. Gözlüğü takmakla gözlerimden yaş boşanıyor. Hüngür hüngür ağlıyorum. Ağladıkça da içime bir gariplik çöküyor, büsbütün ağlıyorum. Yalnız cenaze törenlerinde takılacak bir gözlük. Ağlaya ağlaya gözlerim kan çanağına döndü” (10).

Başka bir arkadaşı devlet hastanesine gitmesini öğütler. Oradaki doktor profesördür; bu kez de gözlerinde astigmat olduğu söylenir. Yeni aldığı gözlük bu kez de yakını uzağa götürürken uzağı yakın eder. Sırada alanında çok iyi olduğu ünlü bir doktor vardır. Ona da gider. O da yeni bir teşhis koyup yeni bir gözlük verir. Ancak bu kez de her şeyi çift görür. Bir sonraki doktorun verdiği gözlükle hepten bir şey göremez olur. Silsile birkaç doktorla ve gözlük denemesiyle daha devam eder ancak hiçbirinde çareyi bulamaz. En son taktığı gözlükle zar zor yürürken yere düşer, gözlük fırlar. Ayağa kalktığında hiçbir şey göremez. Yanındakiler gözlüğü bulur verir. Taktığında her şeyi çok net görmeye başlar. Sonunda şifa bulduğunu düşünür ve sevinçle evine gider. Karısı gözlüğün camına ne olduğunu sorunca gözlüğün camlarının kırıldığını fark eder. “O günden beri gözlüksüz çok iyi görmekteyim.” diyerek anlatı biter (13).

 

Bu öyküde de görevci gülmece görevini yerine getirmiş, gülerken düşündürmüştür. Topluma uyumlanamayan saf karakter, kendi mekaniği yerine başkalarının öğütlerini kullanmış ve gülünç duruma düşmüştür. Gözlüğün kırılması, başkalarının sözlerini artık dinlemeyeceğinin metaforik anlatımıdır. Anlatıda, çocuk okurun, kendi özgür iradesini kullanmadığında bu karakter gibi başına geleceklerinin görülmesi ve ders alması tasarlanmaktadır.

 

“Okul Aile Birliği” isimli ebeveyn-çocuk arasında trajikomik olayları ironik bir dille anlatan öyküde, okuldaki toplantıya katılan ebeveynler uyumsuz, bön karakterleriyle dikkat çekerler. Bir kadın okuldaki kız çocuklarının ipek çorap giymesinin yasaklanmasını isterken kendisi de giymektedir. Bir baba kızının okulda müsamere gösterisi olduğunu söylemesi üzerine gelmiş, toplandan bihaberdir. Bir diğeri sendika toplantısına geliyorum diye yanlışlıkla oraya gelmiştir. Bir dede okulda futbolun yasaklanmasını ister ancak okul kız ortaokuludur; torunlarının okulunu karıştırıp yanlış yere gelmiştir. Bir anne okuldan her gün yardım parası istenmesinden şikâyetçi olur ancak kızı ilk haftadan sonra okula hiç gitmemiştir ve annesinden ayrı yaşayan babasında kalmaktadır. Anlatıcı en sonunda sesini yükseltip aslında anne babaların ilgisiz olmasından yakınır ve alkışı toplar. Akşam eve döndüğünde kızı okul toplantısına neden gelmediğini sorar. Ancak o gittiğini söyler. Bu kez de kızı o okulu çoktan bitirdiğini şimdi başka bir lisede olduğunu söyler. Baba da kızıp, o kadar zamandır anne babasına hangi okula gittiğini söylememekle suçlar. Burada da eksiksiz tüm veliler toplumda uyumsuz bir yerde duran, alık mizaçlı tiplerdir. Topluma uyarlanmış kişi, eşyaya göre düşünceler edinirken topluma uyarlanamayan kişi düşüncelerine göre eşya yaratır; gördüğüne göre düşüneceğine, düşündüğüne göre görür. Sanrılarına inanır, gerçekmiş gibi savunur. Bu metnin sonunda baba da gördüğüne değil sandığına inanır.

 

Nesin’in “Usulen” öyküsünde, 74 yaşındaki Güher Teyze’nin nüfus dairesinde yapılan bir hata sebebiyle; 24 yaşında, asker kaçağı biri olarak görünmesinin sonucunda ailenin başına gelen trajikomik olaylar anlatılır. Kapıya dayanan polis 24 yaşında, asker kaçağı görünen Güher’i almak için geldiğinde gerçekle karşılaşır ancak resmî evraklarda durum farklı olduğu için gerekli prosedürün yürümesi gerekmektedir. Polisin usulen zabıt tutması ve nüfustaki kaydın bizzat başvurularak değiştirilmesi gerekir. Uzun uğraşlar sonucu nüfus müdürü hatayı bulur; doğum tarihi yanlış yazılmış, isim de erkek ismi zannedilmiştir. Ancak bu kez de mahkeme kararı, kadın olduğunun ispatlanması için muayene ve kurul raporu gerekir. Nihayetinde hepsi tamamlandığında ancak bu kez de Güher Teyze, mahkemede “Ben erkeğim!” diye bağırır (51). Güher Teyze’nin öyküsünde dikkat çeken husus ise değişime ve yeniliğe direnen bürokrasidir. “Kara mizahın ayırt edici bir özelliği de tohumunda görülen “koyu umutsuzluk”tur: Evrime, dönüşüme kısacası geleceğe inanmaz kara mizahçılar. Gelecek de tarih gibi bir umutsuzluk kuyusudur. Eğri olan doğru olana, düzenbazlık dürüstlüğe, fesat içtenliğe, çıkar özveriye, baskı özgürlüğe her zaman galebe çalmıştır onların gözünde. Bu acımasız yanını üslubuna da katmıştır; dilin, okuru ne zaman, nerede sokacağı belli değildir. Kimi zaman son cümleye, kimi zaman satır aralarına, kimi zaman da metnin bütününe çöreklenir yılan ama hemen hep beklenmediği yerdedir” (Batur 8-9). Yazar, ülke bürokrasisinde bir değişimin olmayacağını, olsa olsa yine ezilen halkın yaşadığı komediyi, bile isteye kabulleneceğini bu kara mizahın umutsuz penceresinden metne yansıtır.

 

Sonuç olarak; aslında kara mizah metinleri her ne kadar gülmece türüne girse de “gülmeye yeltenmemek en iyi yoldur” (Batur 9). Çünkü okur, kara mizahçıyı; öyküsünü anlatırken, gülerken ağlayan biri olarak düşünse de aslında kara mizahçı, sadece ağlamaktadır. Bu bağlamda Aziz Nesin gerçekte  “gülmece” gibi bir hayat yaşamıştır. Yazılarından dolayı defalarca hakkında dava açılması ve kısa sürelerle hapis yatmış olması onu bu “gülmece” hayatını kaleme almaya itmiştir. Bir yazının “gülmece” olabilmesini tekrarlanabilir olmasına bağlıdır. Çünkü tekrar gülünen anlatı, bir sorun açıyordur ve sorunu açan bu anahtar atılmaz, tekrar başka sorunları açmak için kullanılır. Bu sebeple diğer gülmecelerin tekrara tahammülü olmamasına rağmen “görevci gülmece”ye defalarca gülünür. Nesin, kendi oluşturduğu gülmecenin evcil olmadığını çünkü hedef alınan kesimi rahatsız ettiğini dile getirir. Bunun yanında, Aziz Nesin, hayatında yaşadığı trajikomik sorunları, bir kara mizahçının tüm umutsuzluğuna rağmen, çocuklardan umudunu kesmeyerek, yerleşik olan düzeni rahatsız etmek dürtüsüyle, tekrar tekrar anlatıp, hem güldürmeyi hem de düşündürmeyi başarmıştır.

 

 

Kaynakça

Batur, Enis. Kara Mizah Antolojisi. İstanbul: Sel Yayıncılık, 2005.

Nesin, Aziz. Cumhuriyet Dönemi Türk Mizahı. İstanbul: Akbaba Yayınları, 1973.

Nesin, Aziz. Çocuklara En Güzel Öyküler.  İstanbul: Nesin Yayınevi, 2012.

Öngören, Ferit. Cumhuriyet’in 75 Yılında Türk Mizahı ve Hicvi. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1998.

İnternet Kaynakları

“Aziz Nesin’e Göre Mizah”. Youtube. Web. 9 Nisan 2017

https://www.youtube.com/watch?v=X3ytx71NVoE

 

 

[1] Nesin, gülmece kelimesini kullanmayı tercih etmiştir.