Dosya

Kulübemin Gözleri’ni Mekân ve Felsefe İlişkisi Bağlamında Düşünmek

Ayşe Nur Biçer kaleminden "Kulübemin Gözleri" kitabı çocukları esas alan, onların dünyasına şiir vasıtasıyla felsefî bir kapı aralamayı hedefleyen, sorular sordurarak cevaplara değil, başka sorulara ulaşılmasını amaçlayan uzun ömürlü bir eserdir.

“Ve dünya öyle büyük,
öyle güzel
öyle sonsuz ki deniz kıyıları
her gece hepimiz
yan yana uzanıp yaldızlı kumlara
yıldızlı suların
türküsünü dinleyebiliriz...
 
Yaşamak ne güzel şey  
TARANTA-BABU
Yaşamak ne güzel şey…
Anlayarak bir usta kitap gibi
bir sevda şarkısı gibi duyup
bir çocuk gibi şaşarak
YAŞAMAK…”

Taranta-Babu’ya Mektuplar – Nâzım Hikmet (197)

 

Bu yazıda amaçlanan öncelikle mekân ve felsefe ilişkisinin başlangıç noktalarına değinmek olacaktır. Sonrasında bakışlarımızı mekân ve edebiyat üzerinde gezdirmek ve nihayetinde Ayşe Nur Biçer’in Kulübemin Gözleri: Çocuk Gözlüğünden Mekân ve Felsefe eseri temel alınarak çocuklara felsefenin kapısını aralayacak yolların izini sürmektir. Edebî bir form olarak çocuk şiirleri mekânla ilişkilendirildiğinde çocuklara felsefi sorular sordurmada ve çocukların kendi cevaplarını bulmalarını sağlamada bir araç olarak kullanılabilir mi? 

Mekân, Düşünce ve Edebiyat 

Felsefe kavram olarak “bilgelik sevgisi” anlamına gelmektedir. Bu kavrama biraz daha yakından bakıp mercek tutacak olursak birleşik bir kelime olduğunu ve Yunanca philia ve sophia sözcüklerinden geldiğini görürüz. İlk sözcüğümüz philia sevgi, ikinci sözcüğümüz sophia ise bilgelik demektir. Bu birleşik sözcüğün ilk olarak Fisagor tarafından kendisi için kullanıldığı rivayet edilmektedir. Fisagor kendisi için philosophos (filozof) demiştir. Zira ona göre tam bilgelik hâli tanrılara yakışmakta; insana ise ancak bilgeliği sevmek, dolayısıyla ona ulaşmak kalmaktadır (Gökberk 12). Fisagor’un bu görüşü aklımıza, “Bilgeliği ve bilgiyi seven herkes felsefe yapabilmiş midir?” sorusunu getirebilir. Herkesin o ya da bu şekilde hayatın belli alanlarına dair soruları olabileceğini düşündüğümüzde, sorulan bu soruların peşine düşmek gerçekten de “felsefe yapmak” için yeterli midir? Bu soruların cevabı başka bir yazının konusu olmakla birlikte, soruların peşine ne kadar erken düşülürse sorgulama, yaratıcı düşünme, eleştirel düşünme gibi kazanımların o kadar erken zihinde pencereler açacağı yadsınamaz bir gerçektir. Bu açıdan bakıldığında Jonny Thomson’ın Mini Felsefe: Büyük Fikirlerin Küçük Kitabı’nda belirttiği şekliyle felsefe, ilişkilendirilebilir, pratik, okunabilir ve erişilebilir olmalıdır. Fakat hepsinden önemlisi eğlenceli olmalıdır (10). Roman, öykü, şiir, masal, deneme, fabl vb. yazınsal türler felsefenin anlaşılabilir, erişebilir, okunabilir olmasını sağlama noktasında önemli bir kolaylık sağlamıştır. Zira Thomsan’ın aynı eserde belirttiği gibi: “Edebiyat, felsefenin bile gözden kaçırdığı bazı gerçekleri keşfetmek için dili kullanma biçimimizdir” (155).

Macit Gökberk’in Felsefe Tarihi’inde “Bilimsel düşüncenin göreli olarak en arınmış biçimiyle ilkin Miletli Thales’de ortaya çıktığını görüyoruz. Thales, dar anlamıyla felsefe tarihinin başında bulunan düşünürdür. Onun için Yunan felsefesi Thales ile başlatılır” (19). Onu “felsefenin babası” yapan ve o güne kadar düşünenlerden ayıran nokta ise doğada olup bitenleri, yeryüzü ve gökyüzü olaylarını gözlemlemek ve deneylere dayandırmak, en azından buna girişmek istemesi olmuştur. Hayatı ve felsefesi hakkında bilgimizin çok kısıtlı olduğu Thales’in öğretisinin, suyu arkhe yani her şeyin başı, özü olarak kabul etmesine dayandığını söyleyebiliriz. Bunda ise bulunduğu konumun, deniz kıyısında doğup büyümesinin, (doğru ise) Mısır ziyaretinde Nil Nehri’nin yaşamın kaynağı olduğunu gözlemlemesinin etkisi olabileceği rivayet edilir. Görüldüğü gibi, günümüzde anladığımız hâliyle felsefenin başlangıcı olarak kabul gören Thales’in felsefesini, doğup yetiştiği Milet şehrinden ve kolonisi olan İonia’dan bağımsız düşünmemiz mümkün değildir. Homeros’un kendisinin ve ürettiklerinin, Yunan heykel ve mimarisinin ilk yapıtlarının da burada oluştuğunu hesaba kattığımızda mekânın düşünce üzerinde etkisini daha açık ve anlaşılır olacaktır (20).

Mekânların yalnızca zihinsel etkilerle sınırlı kalmadığı hem bireysel hem toplumsal inanış biçimlerini de etkilediği bilinmektedir. Mehmet Narlı konuyla ilgili dağların mekânlar içerisinde ayrıcalıklı bir yeri olduğunu savunur ve görüşünü şu şekilde açıklar: “Dağ, insanın soylarının, tanrısal meşruiyetin merkezi; yerle gök arasındaki bağın temel direğidir. Bazen kurtuluş ve arınma, bazen de cezalandırma mekânıdır” (15). Dağların kutsallıkla, inanç sistemiyle kurulan ilişkide ayrıcalıklı bir yere sahip olduğunu; İslam inanışı içinde Nuh’un Gemisi’nin Ararat dağında olması, Musa’nın Tanrı’yla diyaloğunun Tur dağında sağlanması, Muhammed’e vahyin Nur dağında gelmesi, Âdem’in yeryüzüne indiği dağın Serenbid dağı olması örnekleriyle verebiliriz. Benzer şekilde Yunan mitolojisinde Zeus’un Olimpos’ta oturması ve Türk mitolojisinde Göktürk dağına atfedilen kutsallık da mekânların inanç sistemi üzerinde etkileriyle ilgili verilebilecek örnekler arasındadır (16).

Haddizatında “mekân” kelimesiyse kevn yani “var olmak”tan, “var olunan yer” anlamıyla türetilen Arapça kökenli bir sözcüktür. Var olduğumuz yer anlamıyla mekân, varlığımızı anlamlı kılan bir zemindir. Bu zemin, ayaklarımızı yere basabildiğimiz hâliyle somut ve maddi olabileceği kadar, ruhumuzu sığdırdığımız hâliyle soyut ve manevi şekilde de karşımıza çıkabilir. Gaston Bachelard’ın Mekânın Poetikası’nda belirttiği gibi: “Ruhumuz bir konuttur. Ve ‘evleri’, ‘odaları’ hatırlayarak kendi içimizde konaklamayı öğreniriz. Eve ilişkin hayallerin iki yönde birden ilerlediği görülüyor. Biz onların içinde olduğumuz kadar, onlar da bizim içimizdedir” (31).

Yunus Emre de Risâletü’n-Nushiyye metninde mekân ile insan arasında kuvvetli bir ilişki kurar. Ev, vilâyet, şehir, mülk, diyar gibi kavramlar fiziksel mekânları; bâtın evi, gönül cihânı, bâkî âlem, nefs eli gibi isimlendirmeler de soyut mekânları tanımlamak için kullanılmıştır. Eserde, kibir, öfke, hasetlik gibi kötü duygulardan arınmış kişinin manevi açıdan sağlıklı olacağı ve bunun da kişinin içinde yaşadığı mekâna sirayet edeceği üzerinde durulmuştur. Bu nokta, fiziksel mekân ile meta-fiziksel mekân arasında bağlantı kurması açısından önemlidir. “Şair, insanın iç dünyasını bir eve benzetir. Aşağıdaki beyitte içerideki ev veya iç ev şeklinde açıklanabilecek olan (bâtın evi) tabiri kullanılmaktadır. Şaire göre içselleştirilemeyen filler (zâhir amel) insanın gönül evini hırsızlara (uğrı) karşı koruyamayacaktır” (Günaydın).

Çü bâtın evlerini uğrı aldı // Zâhırdagı amel taşrada kaldı

Mehmet Narlı ise Şiir ve Mekân isimli eserinde mekân tasnifini somut ve soyut ile sınırlı tutmamış ve edebiyat-mekân ilişkisini sağlıklı bir şekilde ele alabilmek için şöyle bir tasnif yapmıştır:

  1. Düzenlenmiş yerler: Kırsal yerler, şehirler, evler, odalar, oteller, hapishaneler, parklar…
  2. Doğal yerler: Dağlar, denizler, nehirler, göller…
  3. Kozmik yerler: Gökyüzü, güneş, ay, yıldızlar…
  4. Mitolojik yerler: Kaf dağı, Olimpos Dağı…
  5. Var olduğuna inanılan kutsal yerler: Cennet, cehennem, sırat, ahiret…
  6. Hayal edilen yerler (15)

Özetle diyebiliriz ki insanların var oldukları, düşledikleri, inandıkları, gidip döndükleri tüm yaşantılar bu mekânların hafızalarında birikmektedir. “Edebiyat mekân ilişkisi bir bakıma mekânlardaki bu hafızayı ve hafızalaşmış mekânı, hatıra ve düşler yoluyla çözümlemeye; mekânın yansıtıcı niteliğini görmeye dayanır” (Narlı 32). Peki şiir söz konusu olduğunda mekânın işlevi nedir?

Mekândan Türk Edebiyatında Şiire

La Martine’e göre büyük zekaların rüyaları olan şiirde mekânın hafızası oldukça anlamlı bir yer kaplamaktadır. Çocukluğundan itibaren şiirle ilgilendiğini bildiğimiz Tove Ditlevsen, çocukluk, gençlik ve yetişkinlik anılarını anlattığı Kopenhag Üçlemesi’nin ikinci kitabı olan Gençlik’in bir bölümünde, çocukça şiirlerden hakiki şiire geçişini anlatır. Anlatıda şairin ilk hakiki şiirini, çalıştığı iş yerinde kendini en rahat hissettiği mekân olan loş ve tozlu çatı katında yazdığını görmekteyiz (32). Mekân ve edebiyat, bu anlamda daimî bir alışverişin içindedir.

İlk felsefi görüşte olduğu gibi ilk şiirde de karşımıza doğanın etkisi çıkmaktadır. Mağara duvarındaki çizimlerden ilk şiirlere varıncaya kadar doğanın bu denli etkisi, dönem insanlarının en çok muhatap olduğu şeyin doğal çevre olmasıyla elbette doğru orantılıdır (Narlı 33). Bakışlarımızı Türk Edebiyatındaki örneklere çevirdiğimde, Türk Halk Şiiri, Divan Şiiri ve Yeni Türk Edebiyatından şiir örneği vererek ilerlemek, konuyu daha anlaşılır kılacaktır:

Karnın yardım kazma ile bel ile
Yüzün yırttım tırnak ile el ile
Yine beni karşıladı gül ile
Benim sadık yârim kara topraktır.
 

Âşık Veysel Şatıroğlu’nun bu dizelerinde, Türk Halk Şiirindeki mekân anlayışını en duru hâliyle görebilmekteyiz. Şatıroğlu insanı, var olduğu yer ile göğün bir parçası, âlemin bir cüzü olarak görmektedir. “Toprağın karnını yarmak, yüzünü yırtmak, toprağın anlam ve işlevinin farkında olmaktır. Toprağın insanı gül ile karşılaması da doğal olanın kendini insana vermesidir. İnsanla toprak arasındaki bu ‘alıp verme’, sadece insanın çıkarına olan bir ilişki değildir. Bir vücudun işleyişi gibidir bu ilişki” (Narlı 38).

Bağlamaz Firdevs’e gönlünü Kalatayı gören
Kâfir olur ey Müselmânlar o tersâyı gören
 

Avnî mahlasıyla şiirler yazan Fatih Sultan Mehmet’e ait bu mısralarda, Galata’yı dolayısıyla İstanbul’u methetme söz konusudur. Türk halk şairinin doğadaki kaleminin, Divan şairlerinde şehre yöneldiğini görmekteyiz. “Divan şairi, şehrin şairidir. Bütün kültürel birikimi, sosyal davranışı şehrin içinde biçimlenir. Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde, eğitim görmüş, sanat ve bilim alanlarında yetenekleri olan herkes gibi şair de İmparatorluğun merkezine doğru akar” (Narlı 49). Merkez olması açısından İstanbul ise divan şairlerinin gözdesi hâline gelmiştir.

Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı!
Bir gün dedim ki istemem artık ne yer ne yâr!
Çıktım sürekli gurbete, gezdim diyâr diyâr;
Gittim o son diyara ki serhaddidir yerin,
Hâlâ dilimdedir tuzu engin denizlerin.
 

Yahya Kemal Beyatlı’nın Açık Deniz isimli şiirinden alınan bu mısraların, “hasta adam”ın son demlerine şahit olmanın getirdiği bir ruh hâlini yansıttığını söyleyebiliriz. Ahmet Haşim’in O Belde’sinde, Abdülhak Hamit Tarhan’ın Sahra’sında da örneklerine rastlayacağımız gibi, Tanzimat’tan sonra karşılaştığımız şiirlerde “mekân” genellikle terk edilecek, aşılacak, çıkılacak bir yer olarak görülür. “Yahya Kemal’de de varlığı, hududu aşma arzusu vardır. Açık Deniz, bu özlemin en kuvvetli ifadelerinden biridir” (237).

Kulübemin Gözleri’nden Mekâna

"Bir karınca için dünya, dönüp durduğu bahçedir."

(Ayşe Nur Biçer, Kulübemin Gözleri)

Mekânın insan için önemini, bir senaryo örneği üzerinden anlamak daha açıklayıcı olacaktır. Herhangi bir senaryo oluşturulurken kâğıt üzerine yazılan ilk şey, mekândır. “İÇ. KAFÜLTE - MÜFİT ODA – GÜN” “DIŞ. BAHÇE – GECE” Mekândan bağımsız bir hikâye tasavvur edilemez. Aynı şekilde zaman ve kavram algısı da mekân ile daima paraleldir. Mekân ile ilgili deneyimler, öznenin bakış açısı, içinde bulunulan zaman, mekânın kavramsal karşılığı ve doğaya uyumluluk hâli hatta öznenin mekânın içindeki hacimsel alanı dâhi mekân algısını etkilemektedir. Bir kuş için hapishane hâlini alan kafes, bir karınca için hiçbir şey ifade etmeyebilir. Ya da çocukluğunun geçtiği mahallede yürüyen kişi için o mekân çok daha anlamlıyken bir başkası için sadece üzerinden geçtiği sokaklar olabilir. Bu anlamda yaşam, deneyimlenen mekânların toplamına eşit olmakla beraber kişinin ruhsal ve zihinsel süreçlerinde vazgeçilmez bir eşlikçidir.

Ayşe Nur Biçer, Kulübemin Gözleri kitabıyla, mekân ve felsefe ilişkisini, soru sormanın önemini ve yegâne bir cevaba ulaşmak zorunda olunmamasının özgürlüğünü anlatmaktadır. Okuru, ait olmak, sınırlar, özgürlük, farklılıklar, güven, iyi ve kötü gibi pek çok kavramı, mekânlar üzerinden bir karıncanın rehberliğinde düşünmeye yönlendirmektedir. Eserde karıncanın yolculuğu için on altı mekân belirlenmiş olup her bölüm o mekâna ait bir soru ve bir şiir dörtlüğü ile başlamaktadır. Devamında işlenen mekâna daha yakın bir gözlük ile bakılmakta ve görünen ile ardındaki hakkında, özellikle çocuk öznenin hayret ve merak duygusu hedef alınarak, farklı bakış açıları geliştirebilmesi hedeflenmektedir.

 

 

MEKÂN

BAŞLANGIÇ SORUSU

1

Köprü

“Köprünün üzerinde hangi tarafa aitim?”

2

Kapı

“Kapısız bir evde zil ne işe yarar?”

3

Akvaryum

“Bir balık olsan akvaryumda yaşama hayali kurar mıydın?”

4

Kafes

“Kafes kuşun yuvası mıdır?”

5

Rüzgâr Türbinleri

“Rüzgâr türbinleri elektrik üretirken ne kadar güzel göründüklerinin farkında mıdır?”

6

İglo

“İglo ve apartman dairesi arasında ne fark vardır?”

7

Nükleer Santraller

“Nükleer santraller neden sevimli değildir?”

8

Saat Kulesi

“Saat kulesinin önünde zamanı merak ettiğimizde neden telefonumuzun saatine bakarız?”

9

Mağara

“İlk insanlar mağaralarda yaşamaktan neden vazgeçmiş?”

10

Lunapark

“Lunaparklar gündüz bile ışıldar mı?”

11

Müze

“Müzelerde içimizde beliren ürperti atalarımızın gönderdiği soğuk hava rüzgarlarından mı gelir?”

12

Kütüphane

“Kütüphaneler kitapların mı kitap okuyanların mı evidir?”

13

Kulübe

“Kulübenin içinde yanan ışık dışarıdan nasıl görünür?”

14

Tavan arası

“Tavan araları neden hep tozludur?”

15

Kale

“Tarihi kalelerin içinde hangi zamana daha yakınız?”

16

Bina

“Bir bina nasıl harabe haline gelir?”

 

Her bölümün çift sayfa bir illüstrasyon ile başlaması, mekânlar arasındaki geçişlerdeki adaptasyon açısından; çizimlerin siyah beyaz tercih edilmesi ise okuyucunun dikkatinin renklerle dağıtılmaması noktasında faydalı olmuştur. Kitabın açılış mekânı olarak köprünün tercih edildiğini görmekteyiz (Biçer 10). Başlangıç dörtlüğü ise şu şekildedir: “Her şey benden büyük, tozlar ve pireler dışında / Yürüyorum durmadan. Ben, yalnız bir karınca / Bir köprüden geçiyorum, kara yok altımda / Suyun tam üzerindeyim ıslanmıyorum oysa” (13). Devamında kitabın niyetine dair bir giriş yapılarak, yol arkadaşımız karıncanın takip edilmesi istenmiştir. Bir köprüden geçerken tam olarak nereye aitiz? Geçip gittiğimiz yere mi, yoksa varmayı amaçladığımız noktaya mı? Ya da her an bir yere ait olmak zorunda mıyız? (15). Bu şekilde temel sorularla mekânlar arası geçişlerin zihinsel yolculuğu başlatılmıştır.

Köprüden sonra mekânlar ile doğrudan bağlantılı bir kavram olarak kapı irdelenmiştir: “Kapı kullanmak için fazla miniğim / Ben yalnız bir karınca / Kapı kullanmıyorum / Delikler, boşluklar, aralıklar var her yerde / Yeter ki isteyeyim, girebilirim evlerinize” (19). İçeriyi ve dışarıyı birbirinden ayıran şey olarak kapının varlığı, kapandığı zaman içeridekilere hissettirdiği güven ya da zıddında konumlanan korku, kaygı, tedirginlik, bir nevi hapishanede olma duygularının ayırt ediciliği açısından sorgulanmıştır. İçeri ve dışarının niceliği, Türk şiirinde en önemli örneklerini belki de hapishane temalı şiirleriyle vermiştir.

bugün ilk defa dışarı çıkardılar beni
ve ben ömrümde ilk defa güneşin benden bu kadar uzak
gökyüzünün bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldamadan durdum
saygıyla sonra toprağa oturdum (Nazım Hikmet Ran, Bugün Pazar)
 

“Bu şiir, dışarıyı algılamada içerinin kazandırdığı bir farkındalığı yansıtır. İnsan her gün içinde olduğu bir gerçekliği, ondan mahrum kalınca daha derinden duyumsamaktadır” (Narlı 293). Yetişkin edebiyatı şeklinde nitelendirebileceğimiz eserlerde onlarca senedir yerini bulan bu tarz sorgulamaların, çocuk şiirlerindeki varlığını da Kulübemin Gözleri ile örneklendirebiliriz.

Sonraki bölümde arka arkaya akvaryum ve kafes mekânlarıyla “özgürlük” temasının işlendiğini görmekteyiz. “Bir sınır çizemez kafes telleri / Böyle minik olunca / Korkmam içinden geçerim / Ben yalnız bir karınca” (32). Kuş için bir sınır olabilen kafes, karınca için ne ifade eder? Ya da kuşun kafeste, balığın ise akvaryum da doğduğunu düşünebilir miyiz? Bu mekânlar onların evleri midir yoksa kapatıldıkları mekânlar mı? “Yaşadığımız mekânı, yaşamın tüm diyalektikleriyle uyum içinde nasıl doldurduğumuzu, dünyanın bir köşesine günbegün nasıl kök saldığımızı göstermek gerekir. Çünkü ev, bizim dünyadaki köşemizdir. Çok kez söylendiği gibi ilk evrenimizdir. Ev gerçek bir kozmostur” (Bachelard 35). Peki gerçekten kuşun evreni kafes, balığın evreni ise akvaryum mudur?

Narlı, Şiir ve Mekân’da insanın mekân yapmaya başladıkça organik bütünlükten uzaklaştığını söyler ve şöyle devam eder: “Doğal çevreyle kendi yaptığı mekânın arasındaki gerileme, insanın bazen doğal olanı, bazen de yapılanı kutsallaştırmaya yöneltmiştir. Bu anlamda her uygarlık, doğal olan ile ‘yapılan’ arasındaki gerilim ve etkileşimden beslenmiştir. Kaderlerinin doğal çevreden bağımsız olmadığını şair ve yazarların ortaya koydukları edebiyatların uyum esasına; kaderlerini, sadece doğayla savaşarak kazanılacağını düşünenlerin ortaya koydukları edebiyatın da çatışma esasına bağlı olabileceğini söylemek, çok toptancı bir görüş gibi görünse de, ayakları yere basan bir görüştür” (33). Yapılan mekânların doğal olan ile uyumu Kulübemin Gözleri’nde “Rüzgâr Türbinleri” ve “Nükleer Santraller” bölümlerinde ele alınmıştır. Rüzgar güllerinden bahsedilen bölümde “Rüzgara karşı yürüyemez bir beden / Uçmak istersen o başka / Ben yalnız bir karınca / Türbinleri uzaktan izlerim / Bakıp bakıp gülümserim yalnızca”(40). Rüzgâr türbinlerinin öyle boş boş dönerken bile çok güzel görünmelerine karşı bir de elektrik üretmeleri, doğaya kurulan bir sistemin doğanın organı gibi nefes alması açısından değerlendirilmiş ve insan ürünü olan bir şeyin genel bir tabirle “hoş” olabilmesi için doğaya uyumun üzerinde durulmuştur. “Duman tüten çirkin bir bacaya benziyor santraller uzaktan bakınca / Patlayabilir diye yaklaşmam / Ben yalnız bir karınca / Sen de yaklaşma sakın bir baca sanıp da / Neden insana zarar veren her şey insan fikriyle yapılma” (56). İnsanı gülümseten bir rüzgâr gülüne karşı “çirkin bir baca” olarak nitelendirilen bir nükleer santral vardır karşımızda. İkisi de insan eliyle yapma, aradaki fark ise doğaya uyumlu olma hâlidir. “Sence bir nükleer santrale bakarak aa sanat eseri gibi, harikaaa diye bağırıp onu hayran hayran seyreden insan görebilir miyiz?” şeklinde bir soruyla bu durum çocuk özneye düşündürülmek istenmiştir (59).

Türk şiirine baktığımızda “1920’den 1950’lere kadar yazılan şiirlerde, şehir mekânına duyulan sevgi ve bağlılık; şehir yoluyla ulaşılan düşünce, duyarlık ve inanç; şehrin farklı mekânlarının gönderdiği tarihsel ve kültürel hafıza, günlük yaşamlar içinde şehrin mekânlarına yüklenen anlam ve işlevler birbirinden oldukça farklıdır. Otuz yıllık kısa bir zaman dilimi esas alınırsa poetik, tematik ve ideolojik açıdan Türk şiirinin en çeşitli dönemi Cumhuriyet dönemidir. Doğal olarak bu çeşitlilik, mekân algısında sözü edilen farklılıkları beslemiştir. Örneğin kimi şairler şehri, doğal ve sıradan yaşamakların mekânı olarak görürler” (Narlı 172). Şehri güzel manzaralar olarak gören şairlerin yanında, yoksulların ve varlıklıların çatışma noktası olarak gören şairler de olmuştur. Şehir bu anlamda tam bir mekân hafızasıdır. Kulübemin Gözleri’nde şehrin hafızası olarak saat kulesinin, lunaparkların, müzelerin, kütüphanelerin işlendiğini görmekteyiz. Saat kulelerinin şehrin meydanlarında konumlanmasından (64) lunaparkların gece yıldızlar gibi parıldamasından (77), müzelerin içindeki ürpertinin sebeplerinden (83), kütüphanede kimsenin okumadığı bir kitap olmanın nasıl bir duygu olacağından (89) bahsederek okuru, şehrin içerisinde devamlı gördüğü mekânlar üzerinden bir düşünce yolculuğuna çıkarır. Okur olarak çocuk özne esas alındığı için, çocuğun şehrin içerisinde kafasını kaldırıp gördüğü mekânlara farklı bir bakış açısıyla bakabilmesi hedeflenmiştir. Özellikle bu bölümü şehrin içerisindeki tur otobüslerini göz önüne getirdiğimizde, düşünsel bir şehir turu olarak değerlendirebiliriz.

Tüm bunların yanında, ormanın içindeki yalnız bir kulübenin hayatın içindeki insana benzetilmesini (97), tavan arasından çıkan tozlu eşyalar ile müzelerde sergilenen eserler arasındaki farkı (103), tarihi kalelerin yüksek surlarının apartman güvenlik sistemleriyle organik bağını (109) görmekteyiz. Kitapta son mekân olarak ise harabeler ele alınmaktadır: “Bu eskiyen binalar üzerime yıkılır mı / Ben yalnız bir karınca / Doğa, binaları tahrip ederken / İnsan kayıtsız izler mi yalnızca” (112) Harabenin ne olduğu konusu sorgulandıktan sonra, bir yapının harabeye dönmesine sebebiyet veren unsurlar ele alınır.

Sonuç olarak baktığımız zaman, mekânın gerek felsefede gerek edebiyatta daimî bir yol arkadaşı olduğunu görmekteyiz. Felsefi düşüncenin başlangıç noktasından, zaman içerisinde gelişme aşamalarında; edebî tarzların ortaya çıkmasında mekânın eşlikçiliği yadsınamaz düzeydedir. Ayşe Nur Biçer kaleminden Kulübemin Gözleri kitabı ise çocukları esas alan, onların dünyasına şiir vasıtasıyla felsefî bir kapı aralamayı hedefleyen, sorular sordurarak cevaplara değil, başka sorulara ulaşılmasını amaçlayan uzun ömürlü bir eserdir. “İnsan, sence de bir şeyleri değiştirmek için bazen geç kalır mı? Ya sen?” sorusuyla sona erer kitap (115). Kitabın bir cevapla değil bir soruyla bitmesi de tüm bu sürecin cevapların bulunması için değil, öncelikle soruların sorulması için var olduğunu destekler niteliktedir. Kişinin kendi cevaplarına, kendi yolculuğunda ulaşması gerektiği, “yalnız bir karınca” dahi olsan durumun değişmeyeceği vurgulanmaktadır. Zira pek çok şeyden küçük ve yalnız olan bir karıncadaki güç, kendi zihinsel yolculuğuna çıkma cesareti gösteren herkeste var olacaktır.

 

Kaynakça

Biçer, Ayşe Nur. Kulübemin Gözleri: Çocuk Gözlüğünden Mekan ve Felsefe. İstanbul: Ütopya Çocuk  Yayınları, 2023.

Hikmet, Nâzım. Benerci Kendini Niçin Öldürdü? İstanbul: Adam Yayınları, 1995. 197.

Gökberk, Macit. Felsefe Tarihi. İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları, 2007.

Thomson, Jonny. Mini Felsefe: Büyük Fikirlerin Küçük Kitabı. çev. Sinan Akbaytürk. İstanbul: Orenda Yayınları, 2023.

Narlı, Mehmet. Şiir ve Mekân: Cumhuriyet Dönemi (1920-1950) Türk Şiirinde Şiir-Mekân İlişkisi. Ankara: Akçağ Yayınları, 2014.

Ayverdi, İlhan. Misalli Büyük Türkçe Sözlük. İstanbul: Kubbealtı Lugatı, 2011. “Mekân.”

Bachelard, Gaston. Mekânın Poetikası. çev. Alp Tümertekin. İstanbul: Minotor Kitap, 2017.

Günaydın, Alper. Yunus Emre’nin Kurmacasında Tasavvufun Kuramsalına: Risâletü’n-Nushiyye’de Mekân Algısı”. Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, c.22, Özel sayı (2022).

Ditlevsen, Tove. Kopenhag Üçlemesi II: Gençlik. çev. Leyla Tamer. İstanbul: Monokl Yayınları, 2021.

Kaplan, Mehmet. Şiir Tahlilleri 1: Tanzimat’tan Cumhuriyet’e. İstanbul: Dergâh Yayınları, 2020.