Howl’un kimsesiz kalbinde açılan derin boşluk, küçük yaşlardan itibaren Miyazaki’nin filmlerinde sıkça eleştirdiği kötü duygularla dolmuştur. Bencillik, hırs, materyalizm gibi duygular, Howl’u uçsuz bucaksız bir umarsızlık çukuruna sürüklemiştir.
Howl’un kimsesiz kalbinde açılan derin boşluk, küçük yaşlardan itibaren Miyazaki’nin filmlerinde sıkça eleştirdiği kötü duygularla dolmuştur. Bencillik, hırs, materyalizm gibi duygular, Howl’u uçsuz bucaksız bir umarsızlık çukuruna sürüklemiştir. Yakışıklı, karizmatik, güçlü, becerikli, zeki ve daha bir dolu nimet, Howl’un kalbini bir ateş cinine emanet etmesine neden olacak kadar hayatını esir alan prangalara dönüşmüştür. Howl, yeteneklerini ve zekâsını kullanarak başarılı ve ünlü bir büyücü olmuştur, hâlbuki bu şöhret kimi zaman ayağına dolanmakta, onu istemediği şeyleri yapmaya zorlamaktadır.
-Korkunç hissediyorum, bir kayanın altına sıkışmışım gibi.
-Evet, kalp ağır bir yüktür.[1]
Sinemanın büyüyle arkadaşlığı nevzuhur bir olgu değil. Kamuya açık ilk film gösteriminden bu yana sinema başlı başına sihirli bir icat, seyirciyi başka dünyalara sürükleyen, alternatif hayatlara inandıran bir araç olarak görülmeye başladı. Teknolojik yeniliklerin sağladığı imkânlarla, zamanla, gerçekten de göz kamaştırıcı bir büyü makinasına dönüştü sinema. Her film, kendi içinde yeni bir evren inşa ederken seyircinin payına düşen, yaşadığı dünyadan sıkıldıkça hangi evrende nefes almak istediğine karar vermek oldu. Eh, iyi ki de oldu; bu sayede Hayao Miyazaki gibi muhteşem evrenlerin kapısını çalabildik. Hayatında bir kez olsun, herhangi bir Miyazaki filmi seyretmiş olup bu yazıyı okuyanlar, ortada çalınacak bir kapı falan olmadığını hatırlatacaklardır derhâl. Elhak, doğru da söyleyeceklerdir. Çünkü Miyazaki sinemasının büyülü evreninde tüm iyi niyetlilikler öncelikli kabul listesindedir. Siz kapıyı çalmadan, bütün alem önünüze seriliverir, şöyle bir yönelmeniz yetecektir... Şu hâlde, Miyazaki sineması deyince “(ö)yle bir kapı olmalı ki çalınca, insana hiçbir şey sormadan açsalar...” diyen Oğuz Atay’ın dahi hayallerinin ötesinde bir samimiyet, ferahlık, hüsnükabul diyarından söz ettiğimizi hatırda tutalım...
Diana Wynne Jones’un aynı isimli eserinden uyarlanan, Yürüyen Şato (2004) filmi de Miyazaki evreninin kıymetlilerinden. Studio Ghibli yapımı film, Reiko Yoshida tarafından senaryolaştırılmış ve ilk gösterimden itibaren sinemaseverlerin yoğun ilgisine mazhar olmuş. Hâliyle, hatırı sayılır bir finansal başarı ve birtakım ödüller ve adaylıklar da kazanmış. Konusu ise özetle şu şekilde: Sophie Hatter, babasını kaybetmiş ve çalışmak zorunda olan yoksul bir genç kızdır. Kendisini güzel bulmadığı gibi hayata karşı yüksek beklentiler içerisine girmeye de cesareti yoktur. Üvey annesiyle beraber işlettikleri şapkacı dükkanında gün boyu şapka süslemesiyle meşgul olmaktadır. Sophie’nin en yakın arkadaşları da yine bu şapkalardır; kimi zaman onları üzgün görüp teselli eder kimi zaman kendi dertlerini paylaşır. Bir gün, şehir merkezindeki pastacıda çalışan kardeşi Lettie’yi ziyarete gitmesiyle bu sakin, beklentisiz fakat bir parça da buhranlı hayatı büyük değişime uğrar. Sophie, farkında olmadan Kötülükler Cadısı'nı (Witch of Waste) kızdırmıştır ve ne olduğunu anlamadan cadının öfkesine maruz kalır: O artık bastonsuz yürüyemeyen yaşlı, eciş-bücüş bir kadındır. İlginç olansa herhangi bir kadını doğrudan intihara sürükleyecek bu durumun Sophie’nin hayatında sabah tarakta kalan saç telleri kadar dahi hüzne sebep olmamasıdır.
Sophie, yaşlılığı yadırgamaz, ancak bu hâliyle dükkanda kalıp çalışmaya devam etmesi mümkün olamayacağı için, yine de yollara düşer ve büyüden kurtulmaya çalışır. Filmin geri kalanı bu yolculuk sırasında Sophie’nin içsel dönüşümünü hikâye eder. Yolda Sophie’nin yolda karşısına çıkanlar, büyücü Howl’un şatosuna temizlikçi olarak girmesi, zamanla ev halkının bir parçası olması, hatta evin hanımefendisi hâline gelmesi renkli ve hareketli bir olay örgüsüyle ve eğlenceli bir üslupla seyirciye aktarılır. Bütün bunlar olup biterken, Sophie iyi niyetli ama tecrübesiz bir genç kızdan, iyiliğini bilgelikle tamamlamış, aşkla taçlandırmış bir genç kadına dönüşür ve kendisiyle birlikte diğer karakterlerin de dönüşümüne yardım eden güçlü bir iradeyi temsil eder. Sophie’nin iyilikle dolu kalbinin yöneldiği, sevgi ve merhamet çemberinin içerisine herhangi bir şekilde dâhil olan kim varsa bu değişim rüzgarından nasibini alır; boy boy yeşillenir, filiz verir. Sophie Hatter, elinin değdiği yere can veren büyülü bir iyilik meleği gibidir ama onun gücünü ortaya çıkartan, iradesini harekete geçiren, bakışına derinlik, ruhuna gençlik, diline soyut bir lezzet ve kudret katansa büyücü Howl’a duyduğu saf aşktır.
Howl’un kimsesiz kalbinde açılan derin boşluk, küçük yaşlardan itibaren Miyazaki’nin filmlerinde sıkça eleştirdiği kötü duygularla dolmuştur. Bencillik, hırs, materyalizm gibi duygular, Howl’u uçsuz bucaksız bir umarsızlık çukuruna sürüklemiştir. Yakışıklı, karizmatik, güçlü, becerikli, zeki ve daha bir dolu nimet, Howl’un kalbini bir ateş cinine emanet etmesine neden olacak kadar hayatını esir alan prangalara dönüşmüştür. Howl, yeteneklerini ve zekâsını kullanarak başarılı ve ünlü bir büyücü olmuştur, hâlbuki bu şöhret kimi zaman ayağına dolanmakta, onu istemediği şeyleri yapmaya zorlamaktadır. Başkalarının savaşlarına asker olmak zorunda kalmak, siyasi otoriteyle iyi geçinmek, sürekli kaçak hayatı yaşamak gibi... Yakışıklı, çekici ve karizmatik bir erkek olmaksa, ona gerçek aşkın ne olduğunu unutacak kadar duygusuzlaşmak dışında herhangi bir yarar sağlamamaktadır. Üstelik, bu özellikleri onu etkileyiciliğine düşecek küçücük bir gölge yüzünden saatlerce salya-sümük ağlayacak kadar kırılganlaşmıştır. Velhasıl, Howl, Sophie’nin maruz kaldığı büyüden çok daha beter bir lanete uğramış gibidir.
Miyazaki takipçileri, bu imanın açık bir kapitalizm eleştirisi olduğunu hemen fark edeceklerdir. Maddeci, ruhsuz, egoist bireyler üreten bu kalpsiz düzende fiziki güzelliğin, başarının, gücün nasıl kutsandığını ve bu geçici hasletleri yüceltmenin insanı nasıl alçalttığını, parçası olmayı istemediği işlere, ruhunu yoran mücadelelere sürüklediği gibi hususlar Miyazaki filmlerinin en önemli temaları arasındadır. Yürüyen Şato’da da Howl’un ihtiraslı kişiliği bütün bu eleştirileri mücessem kılar ve onun şahsında bütün bu hasletler yerilir. Öte yandan, Howl’un acziyeti de bu eleştirinin bir parçasıdır. Çünkü Howl, bu kalpsiz dünyanın acınası hâlini de gözler önüne serer. Sophie’nin, Howl’un sırrına zamanla ulaşması bu açıdan önemlidir. Kapitalizmin parlak, acımasız, ihtişamlı yüzünün ardında kendi kendini yiyip bitiren ve kendisiyle beraber etrafındakileri de hayvanlaştıran bir yapı vardır. Bu yapıyı görmek, meseleye biraz daha içerden bakmayı ve ferasetli olmayı gerektirir. Sophie’de bu feraset, potansiyel olarak vardır çünkü onun yaşlı bir bedene hapsolmuşken bile taşımaktan yorulmadığı bir kalbi vardır. Ama olayların içyüzünü kavramasını sağlayacak olan bilgeliği ancak tecrübeyle edinmesi mümkün olacaktır. Bu tecrübe, tehlikelerle dolu bir maceranın ardından kazanılacak bir hediye, içsel bir mücadelenin ardından edinilecek bir ganimettir. Bu yüzden, filmin neredeyse tamamını oluşturan bu serüvenin kahramanının Sophie olması gerekmektedir.
Sophie gibi çekingen ve içine kapanık bir karakter için bilinmedik maceralara atılmak zordur. Neyse ki, en mütevazı ve korkak ruhları bile harekete geçirebilecek denli kuvvetli bir aşk bulutu Sophie’nin ruhunu sarıp sarmalar, asla gitmeyeceği yollardan gitmeye, asla girişmeyeceği işlere girmeye onu ikna eder. Böylece, hem Sophie bilgelik (sophia) yolunda kalıcı mertebeler edinip güç kazanır hem de koca bir dünyayı kalpsiz bir ateş cininin elinden kurtaracak çözüm reçetesini seyirciye sunar. Bu öyle etkili bir tedavi yöntemidir ki, bizatihi ateş cinini bile iyileştirme gücüne sahiptir. Bu nedenle, filmde, Sophie’nin ateş cini Calcifer ile büyücü Howl arasındaki antlaşmayı bozabilecek tek kişi olduğu doğrudan Calcifer’in dilinden ifade edilir. Calcifer’den Howl’un kalbini alıp yerine koymak bir başkası yaptığında her ikisinin de hayatına son verecekken, Sophie yaptığında hem Calcifer’i özgürleştiren, hem Howl’u yeniden hayata döndüren ve insanileştiren bir eyleme dönüşür. Ancak Sophie’nin bu hayat veren eylemi icra edebilmesi için, kötü niyetten ve hırstan arınmış kalbinin yanında, söz konusu bilgeliğe ulaşmış olması gerekmektedir. Saf iyilik ve hüsnüniyetin böylesi komplike sorunların çözümünde yeterli olamayacağını ima eden bu husus, Sophie’nin kendine yapılan büyüyü, yine büyünün bir parçası olduğu için sözle ifade edemiyor olmasına rağmen, Howl’un başından beri durumun farkında olmasıyla da pekiştiriliyor. Howl Sophie’nin aslında göründüğü gibi yaşlı bir kadın değil, 18’inde bir genç kız olduğunu bilmesine rağmen Sophie’ye onun sırrını bildiğini açıklamıyor. Çünkü Sophie aslında büyüyü bahane ederek yaşlılığı kendisine bir zırh olarak kullanıyor ve Howl kendi kurtuluşunun onun mücadelesine bağlı olduğunu bildiği için bu zırhı ifşa etmek istemiyor. Hatta Calcifer bile Sophie’nin istese kolaylıkla eski hâline dönebileceğini ondan gizliyor. Ama ikisi de Sophie’nin kendi elleriyle bu zırhı bir kenara bırakıp daha hızlı yol almasını da arzu ettikleri için birtakım küçük hilelere başvurabiliyorlar. Şatoyu Sophie’nin eskiden çalıştığı dükkanın yanına taşıyıp ona geçmişini anımsatmak, böylece yolculuğunun onu kendisinden uzağa savurmasına, içine sığındığı zırhı benliğinin bir parçası gibi benimseyerek durağanlaşmasına izin vermemek gibi...
Bütün bunlar, Sophie’nin aslında hepsinden daha güçlü bir büyücü olduğunu da ortaya çıkartmaya yarayacaktır. Sophie, kendisi farkında değilken bile aslında sihirli güçlere sahiptir ve eşyaya etki edebilmektedir. Gücünün farkına vardığındaysa iradesini iyilikten, doğruluktan, güzellikten yana kullanacaktır. Filmin bu açıdan kaderci bir perspektifi olduğu da öne sürülebilir. Howl’un Sophie’yi askerlerin elinden kurtardığı sahnede nasıl ve neden ortaya çıktığı seyirciye açıklanmadığı hâlde henüz macera başlamamışken onun aradığı kız olduğunu anlaması ve ifade etmesi, sonrasında sabırla Sophie’nin değişim sürecinin sona ermesini beklemesi ve beklerken Sophie’ye hiçbir sır vermemesi, Sophie’nin Kötülükler Cadı’sı gider gitmez durumunu kabullenip yola koyulması, yolda karşılaştığı olayların üzerinde büyük şaşkınlıklar uyandırmaması ve daha bir çok şey karakterlerin iradeleri dışında gelişen olaylar karşısında paniklemek yerine sakince beklemeyi ve doğru tavırda ısrarcı olmayı tercih ettiklerini gösteriyor. Yani olayların akışı ya da ailenin ilk çocuğu olarak dünyaya gelmek gibi verili özellikler kaderin bir parçası; bu hususlar altında karakterlerin aldıkları kararlar ve bu kararlardaki ısrarları ise iradeyi temsil ediyor.
Bu noktada macera, sadece Sophie’nin kişisel gelişim ve dönüşüm macerası olmaktan tamamen uzaklaşarak tüm karakterleri kuşatan kapsamlı bir serüvene dönüşüyor. Bu serüvende Sophie başrolde gözükse de olayların gelişiminde herkesin payı var ve herkes göründüğünden farklı özelliklere sahip. Hatta çoğunlukla her şey görünenin tam tersi: Sophie’nin Şalgam Kafa adını verdiği korkuluk aslında korkutucu değil, kalpsiz bir büyücü olarak tanınan Howl aslında oldukça merhametli, hatta Kötülükler Cadı’sı bile aslında kötü değil... Herkesin birbirine ihtiyaç duyduğu, iyi ve kötünün mücadelesinde iyilerin safına katılacak herkesin kıymet gördüğü bir evren bu. Burada iyi ve kötünün üstünde bir kategori yok, çünkü herkesin mutlu olmasının tek şartı iyiliğin kazanması ve tüm Miyazaki filmlerinde olduğu gibi Yürüyen Şato’da da iyilikle kötülük arasındaki mücadele filmin temel odak noktasını teşkil ediyor.
Miyazaki’nin hikâyeye kattığı en temel unsur, bu mücadelenin ön plana çıkartılması ve kitabın görece daha kenardan değindiği meseleyi billurlaştırmasıdır diyebiliriz. Kitap ve film arasında kurgu açısından da hayli fark var. Örneğin kitapta Sophie’nin Martha adında ikinci bir kız kardeşi, Martha’nın da yanında çıraklık yapmaya gönderildiği iyi niyetli bir cadı daha var. Kötülükler Cadı’sının adı ise Çöl Cadısı olarak geçiyor ve Howl asıl mücadeleyi cadı ve cadının anlaşma yaptığı cine karşı veriyor. Filmde ise Howl’un cadı ile mücadelesi bir süre sonra geri planda kalıyor ve saray cadısı Suliman’ın savaşta birlikte çalışma teklifini kabul etmediği için onunla çetin bir mücadeleye giriyor. Ayrıca kitapta Howl’un kızkardeşi ve ailesine de yer verilirken filmde böyle bir konuya hiç girilmiyor. Hem kitabı okuyan, hem de filmi seyreden biri için aynı hikâyenin iki farklı versiyonunu görmeye imkân sağlayan bu değişiklikler konunun özüne zarar vermiyor.
Bu noktada, filmdeki bir çok değişikliğin hikâyeye Miyazaki rengini veren söz konusu iki önemli vurguya yer açmak için yapıldığını söyleyebiliriz. Görünen o ki, Miyazaki, kahramanlarını birer iyilik savaşçısına çevirebilmek için onları sadeleştirdiği gibi, olay örgüsünü de bir parça dağınıklıktan kurtarıp derinleştirmek istemiş denebilir. Böylece, hem vurgulamak istediği hususların altını çizecek diyaloglar için gerekli zemin oluşturulmuş, “Maymun iştahlı kalp, bu dünyada değişmeyecek tek şeydir”, “En parlak aydınlık, felaket zamanında olur”, “Kalp ağır bir yüktür” gibi kuvvetli aforizmaları taşıyabilecek bir yapı kurulabilmiş; hem de bu mesajların duygusal geçişinin teminini sağlayacak romantik bir iklim, yapının içine yedirilebilmiş. Yani hem iyilik-kötülük mücadelesi, hem de bu mücadelede iyilik için savaşanların en önemli motivasyonu olarak sahici bir aşk, filmin merkezine oturtulmuş. Böylece, ortaya hem küçüklerin hem büyüklerin tekrar tekrar seyredebileceği ve seyredenlere iyi bakmaları gereken bir kalpleri olduğunu hatırlatacak sihirli bir masal çıkmış. Öyle ki, filmin sonunda Calcifer’in hiçbir anlaşmaya ihtiyaç duymaksızın kendi arzusuyla uçurduğu şatonun peşinden gitmemek için kendinizi zor tutuyorsunuz.