Röportaj

Doç. Dr. Başak Ağın: "Posthümanizm doğanın ve kültürün her daim iç içe olduğunu gösterebilir."

Websitesini kurma nedenim artık basılı eserlerin tek başına yetersiz kalması ve öğrendiğimiz bilgilerin çoğunun web’den gelmesi.

Kurucusu olduğunuz PENTACLE sitesinde posthümanist ve transhümanist yaklaşımlara ait kavramların ne’liğine ve ne olmadığına dair bir çerçeve çizerken, bu kavramların sağaltabileceği farklı okuma pratiklerine dikkat çekiyorsunuz. Ekolojik etik, ekofeminizm, gotik eleştiri, yeni materyalizm, mavi beşeri bilimler gibi hem bedensel, hem metinsel, hem de zihinsel olarak farklı ekolojilerle ilişkilenme biçimlerimizi gözden geçirmemize olanak tanıyorsunuz. Âdet üzere bir de Çocuk Yazını okurları için PENTACLE fikrinin doğuşunu, aksiyon alma biçimini ve işin mutfağını sorsak?

PENTACLE ismi aslında sitenin kuruluşundan çok önce ortaya atıldı. Doktorayı bitirmek üzereyken başvuracağım bir doktora sonrası araştırma bursu vardı. Bu burs için, proje adının anlamlı bir kısaltma olması isteniyordu. “Posthuman Entanglements in Culture, Literature, and Environment,” yani kültür, edebiyat ve çevrenin posthüman dolanıklıkları (veya dolaşıklıkları) anlamına gelen İngilizce bir proje başlığım vardı, bunu PENTACLE şeklinde kısaltmıştım. O zaman projem kabul almadı ancak 2020 Temmuz ayında, kitabıma son şeklini vermek üzereyken bir de websitesi kurmak ve posthümanizmi, sizin de bahsettiğiniz ilgili kuramları Türk okuruna tanıtmak istedim.

Asıl kurucu ekip – yani sitede Meclis bölümünde Çekirdek başlığı altında görünen isimler – ben de dâhil beş kişiden oluştuğu için, beş köşeli yıldız anlamına gelen PENTACLE bize çok uygun bir isim oldu.

Websitesini kurma nedenim ise, artık basılı eserlerin tek başına yetersiz kalması ve öğrendiğimiz bilgilerin çoğunun web’den gelmesi. Daha önce özellikle yüksek lisans ve doktora seviyelerinde pek çok öğrenci arkadaşımız, bana ulaşmışlar ve bu konularda araştırma yapmak istediklerinde kaynakların çoğunun İngilizce olması nedeniyle zorlandıklarını, Türkçe desteğe ihtiyaç duyduklarını belirten e-mailler göndermişlerdi. Ben de öncelikle onlara gereken desteği sunabilmek, hem de herhangi bir şey satın almak zorunda kalmadan bilgiye ulaşmalarını kolaylaştırmak için kurdum bu siteyi.

Daha sonra bizimle yazmak istediğini söyleyen her kuşaktan akademisyen aramıza katıldı. Şu andaki ekip, lisans derecesini yeni almış veya almak üzere olan arkadaşlardan tutun da kıdemli hocalarımıza kadar epey geniş bir yelpazede. Aramızda sanatsal çalışmalar yürüten veya bağımsız araştırmalar yapan kişiler de var. Herkes gönüllülük esasına dayalı çalışıyor, yani altyapıyı sunan web platformuna belli bir meblağ ödüyorum tabii, ancak kimse ne para ödüyor ne de kimseye bir ücret ödüyoruz. Kimin o esnada vakti varsa bir yazı veya içerik üretiyor ve bana gönderiyor. Bir yazı elime ulaştığında, o anda kim uygun durumdaysa gözden geçirmeyi üstleniyor ve ben de üstlenen kişiye sorumluluğu paslıyorum, ancak içerik siteye yüklenmeden önce son okuyucu her zaman benim.

 

Siyasal Kitabevi tarafından yayımlanan Posthümanizm: Kavram, Kuram Bilim Kurgu kitabınızda öncelikle transhümanizm ve posthümanizmi tarihselleştirirken literatürde posthuman kavramına dair her iki yaklaşımın farklı tanımlamalarının alan yazının alımlama pratiğinde yarattığı bazı zihin karışıklarına işaret ediyorsunuz. Okurlarımız için bir de Çocuk Yazını özelinde size şöyle sormak isteriz, transhümanist ve posthümanist yaklaşımlarla yeni tanışan meraklı bir okur, alan yazınında bu kavramları kendi türsel dinamikleri içerisinde nasıl ayırt edebilir? Bu yaklaşımlar arasındaki muğlak sınırları siz nasıl tanımlar, okursunuz?

Öncelikle transhümanizmi, posthümanizmin “karanlık ikizi” olarak tanımlamamın bir sebebi var. Her ikisinin de derdi, temelde, teknolojinin gittikçe artan etkisi altında kalan insan figürünü sorgulamak. Transhümanizm bunu Aydınlanma düşüncesinin devamı olarak yapıyor; bilimsel ilerlemeye inanan ve evrenin merkezinde konumlanmış insanı kusursuz hale getirmenin yollarını arıyor. Posthümanizm ise, en azından bizim ilgilendiğimiz kanadı için konuşayım, bu insan figürünün yekpare bir tanımı olamayacağı fikrinden hareketle, insanı evrenin merkezine konumlandırmanın neden sorunlu olduğuna işaret ediyor. Aralarındaki sınırlar, bu açıdan bakıldığında son derece keskin, ancak gerek isimlerin birbirini çağrıştırması, gerek her ikisinin de “posthüman” kavramını (farklı anlamlarda da olsa) kullanması, gerekse de posthümanizmin 1990’ların sonu 2000’lerin başındaki biçimiyle ilk ele alınışlarında, insanlığın sonuna dair bir uyarı niteliğinde kavramsallaştırılması kafa karışıklığı yaratıyor. Bu sınırların muğlaklığı bundandır. Oysa bugünkü haliyle, özellikle de yeni materyalist akımlardan beslenen posthümanist düşünce, “posthüman” kavramını yeryüzünün vatandaşı diyebileceğimiz tüm varoluş biçimlerini kastederek kullanır. Transhümanistler içinse “posthüman” bir çeşit “üst insandır” diyebiliriz – insanın güncellenerek yükseltilmiş sürümüne “posthüman” diyor onlar, bu sürümün neye benzeyeceğine dair bir ipucumuz pek olmasa da.

 

Çocuk Yazını olarak bizler çocuk özne odağında kaleme alınan, performe edilen, oynanan, sergilenen, beyaz perdeye aktarılan ve daha birçok ürünü “metin” olarak değerlendiriyor ve çoğulcu bir yaklaşımla okumaya çalışıyoruz. Kitabınızda bilim kurgu odağında değerlendirdiğiniz çocuk öznenin de anlatıda kahraman olarak belirdiği metinsel eleştiriler de var. Sizce çocuk yazını bağlamında da transhümanist ve posthümanist edebiyatlardan, estetikten söz edilebilir mi? Üzerine çalıştığınız “madde-metin” kavramı bu edebiyatların neresinde konumlanır?

Elbette söz edilebilir. Çocuk yazını; çizgi film ve fantastik edebiyat gibi öncelikli hedef kitlesinin çocuklar olduğu düşünülen biçimlerle yakından ilişkili olduğu için, bu gibi okumalara son derece açık ve elverişli. Hatta uzunca bir süre çocuk yazını kapsamında değerlendirilen Güliver’in Gezileri ve Alis Harikalar Diyarında gibi eserlerin posthümanist incelemesini yapan bir doktora tezi yazıldı yakın zamanda. Tezi yazan da yine PENTACLE kurucu ekibi arasında yer alan sevgili arkadaşım Şafak Horzum. Bu tezde, örneğin Güliver’in insandan farklı türlere ev sahipliği yapan ülkelere ziyaretlerinde kendisini insan olarak konumlandırmaya çalışırken diğer türlerle olan ilişkilerine bakılarak “o kadar da insan olup olmadığı” tartışmaya açılıyor. Benzer şekilde, Alis’in de canlı ve cansız pek çok madde ile ilişkileri, fantastik bir dünya içerisinde irdelendiği için bize bir çeşit ön kabul sağlıyor, yani tavşanın neden konuştuğunu, iskambil kâğıtlarının neden hareket ettiğini sorgulamıyoruz mesela. Bu da bize canlı ve cansız maddelerin eyleyici yani fail oldukları fikrini kolayca kabul ettiren bir olanak sunuyor. “Madde-metin” kavramı da tam bunların ortasında konumlanabilir; maddenin eyleyici ve öyküsel yanlarını bir araya topluyor. Değerli hocam Oppermann’ın, Iovino ile birlikte ortaya attığı “öykülü madde” kavramı, öykü anlatıcılığına odaklanarak ilerliyor. Ben bu anlatıcılığın özellikle de posthümanist kuramlara aşina olmayan kimselerce yanlış okunmasından duyduğum rahatsızlık nedeniyle, “madde-metin” kavramını öne sürdüm ve “öykülü madde” üzerinde hafif bir odak değişikliğine gittim. Anlatılan öykünün muhakkak insanla benzerliği olması gerekmediğini açıklamak içindi bu. Kastettiğim şeyin detayını merak edenler, öncelikle maddenin eyleyiciliğinin ne demek olduğuna bakmalılar. Bunun için de mesela başlangıç olarak posthümanist kuramcı Karen Barad’ın “Madde Hisseder, Konuşur, Acı Çeker, Arzular, Özler ve Anımsar” başlıklı röportajını şuradan okuyabilirler: https://terrabayt.com/dusunce/madde-hisseder-konusur-aci-ceker-arzular-ozler-ve-animsar-karen-barad-ile-roportaj-1/

 

“Teddy Anthropos’a Karşı: Brian Aldiss’in ‘Yazlık Süper Oyuncaklar’ Adlı Öyküsünde Nekro-robo-politikalar” yazınızda, oyuncak ayınız Memoş’la kurduğunuz farklı ilişkilenme biçimleriniz dolayımıyla cansız bir varlıkla da gerçekleştirilebilecek intra-actionist bir ilişkilenmeye de işaret ederek çizgi filmlerin de posthümanist eyleyiciliğin anlaşılmasında elverişli bir ortam sunabileceğine değiniyorsunuz. Öykünün sonunu değerlendirirken “gerçek bir insan çocuk sahibi olabilme beklentisinin mevcut gerilimi çözüme kavuşturduğunu ancak okuyucunun damağında huzursuz bir tat bıraktığını”, “insanlar arasındaki gerçek temasın sıcaklığının ancak Monica’nın Henry’i işten döndüğünde karşılayıp öpmesinin” bu “gerçek çocuk olma/sahibi olma” hissini pekiştirdiğini söylüyorsunuz. Anlatıda annenin arzusuyla David’in bu arzuyu gerçekleştirebilmek için çabalaması, Teddy’nin dolayımlayıcı olarak belirmesi Rene Girard’ın “Arzu Üçgeni” kavramsallaştırmasını da hatırlatıyor. Taklit bir arzunun yönettiği ilişkilenme biçimlerini de bu öyküde okuyabiliyoruz. Nesnenin çocuk edebiyatının pek sevilen ve defalarca yeniden yazılan anlatısı Pinokyo olsaydı, sizce nasıl bir arzu modeliyle karşılaşırdık? Monica ve David arasındaki ilişkiyle Pinokyo ve Gepetto arasındaki ilişkilenme farkı, çocuk özne odağında nasıl bir alımlama pratiğine işaret eder? Kullan at pratiğiyle şekillenen günümüz dünyasında yazılsaydı Pinokyo yine insan olur muydu?

Bu epey zor bir soru. Üzerinde düşünmek gerek. Ancak ilk bakışla yanıtlayacak olursam, Monica ve David arasındaki ilişki, aslında bir çocukla oyuncağı arasındaki ilişkiden farklı değil. Çocuklar oyuncaklarına anlam yükler ve onlarla sevgi bağı kurarlar. Zaman ilerledikçe ve “gerçek” dünya algısı geliştikçe, bu oyuncaklar onlara yüklenen manevi anlam dışında bir şey ifade etmez olur; onlara artık “insanmış” gibi davranmayı bırakırız çoğumuz. Diğer yandan, Gepetto ile Pinokyo arasındaki ilişkiye baktığımızda, bu bağlanmayı daha çok yaratan-yaratılan arasındaki ilişkiye benzetiyorum. Gepetto’da oluşan hisler, duygulanımlar, bir çeşit merhamet, acıma, kıyamama hali gibi. Yine de her iki durumda da (yani hem Monica-David hem de Gepetto-Pinokyo dinamiğinde) posthümanist açıdan eleştirmeye elverişli hiyerarşik konumlanmalar olduğunu görüyoruz. “Aklı eren,” yetişkin ve dolayısıyla erk sahibi insanın, çocuk veya insan olmayan konumundaki özneyi nesne olarak algıladığı ve buna göre muamele ettiği öyküler her ikisi de.

Kullan-at pratiğiyle şekillenen modern dünyada ise Pinokyo muhtemelen insan olmazdı. Tıpkı David ve Teddy gibi, yerini “gerçek bir insanın alması” ihtimalinde gözden çıkarılacak bir “ürün” olurdu. İnsan olsaydı bile, sınıfı, cinsiyeti, ırkı, etnik kökeni, ait olduğu kültür vb. dâhilinde düşünülürse “hangi insan” olacağını belki bilemezdik ama “hangi insan” olmayacağını kesinlikle bilirdik. Gözden çıkarılmaya müsait olacağına göre erk sahibi, beyaz, Batılı, iktidar sahibi (ve çoğunlukla da erkek) özne olmayacağı aşikâr.

 

Çocuk özne için üretilen ürünlerde ve metinlerde son yıllarda transanimalist bağlamında değerlendirilebileceğini düşündüğümüz çizgi kahramanlar, oyuncaklar dikkat çekiyor. Özellikle Paw Patrol’de her bir köpek kahramanın kendi kullanım alanına tahsis edilen ve kişiselleştirilen teknolojik bir materyalle kurduğu ilişki dolayımıyla insan özne gibi gündelik hayatta karşılaşılan sorunları çözümleyebilediklerine, takım liderleri Rider’a yardım ettiklerine şahit oluyoruz. Bu bağlamda alan yazınına yönelik postanimal gibi kavramdan ya da çocuk yazının da hem transhümanist hem de posthümanist okumalara açılabileceği çoğulcu ve yenilikçi bir yaklaşımdan söz edebilir miyiz?

Elbette. Daha önce de belirttiğim gibi, dünyanın salt gerçekliğini dümdüz anlatmayan eserlerde (yani realist değil de fantastik bir algıyla yazılmış eserlerde ki bunlar büyülü gerçekçilik ile de yazılmış olabilir, çocuk yazını da olabilir, video oyunu da olabilir, çoğaltmak mümkün), posthümanist ve transhümanist okumalara alan tanınıyor. Daha çok genç araştırmacı bu konulara eğildikçe bu tip okumaları hem akademik dünyada hem de genel okura hitap eden web tabanlı platformlarda bol bol göreceğiz bence.

 

Ana akım çocuk yazınında teknolojiyle gelişerek güçlenen kahramanların çoğunlukta yer aldığı, sürekli bir evrime işaret eden yapıtların popüler olduğu transformist yapıdan beslenen anlatıların ötesinde, posthümanist yaklaşımlar çocuk yazınını nasıl etkiler, dönüştürür? Posthümanist bakış çocuk özneye ve dolaylı olarak ebeveynlere nasıl bir doğa/kültür ilişkilenme biçimi vaat eder?

Özellikle ekolojik açıdan beslenen ve çevreci beşeri bilimlerle işbirliği halinde çalışan bir bakış açısı üstlenmişse, posthümanizm doğanın ve kültürün her daim iç içe olduğunu gösterebilir. Farkındalığı artıracağı kesin. Ancak bunu kuramsal kısımdan sıyrılmış, teorinin ve felsefenin ağır dilinden uzaklaşmış biçimde yaparken, o kuramların kendine has anlatılarını da gözden kaçırmayan metinler üretmek gerekiyor.

 

Son olarak, sizin okurluk/izleyicilik repertuarınıza seslenerek çocuk yazınıyla ilişkinizi sorsak? Çocukken unutamadığınız bir kahraman, Memoş gibi ilişkilendiğiniz bir yapıt var mı?

Benim bu konudaki repertuarım ne kadar güvenilir bir kaynak olur bilemiyorum ancak okumayı kendi kendime sökmemi sağlayan çizgi karakter Musti’nin kitapları benim için çok özeldir. Hatta kendi çocukluk kopyalarım kaybolduğu için, yakın zamanda bir sahaftan o yıllardaki baskılarını bulup yeniden satın aldım. Ayrıca, bana özelde vampir edebiyatını ve genelde de Gotik edebiyatı sevdiren eser olarak Angela Sommer-Bodenburg’un Küçük Vampir serisini söyleyebilirim. Buradaki ana karakter Rüdiger Titrektaşzade, kız kardeşi Anna ve insan arkadaşları Anton’un tuhaf, gerilimli ancak bir o kadar da güven dolu ilişkileri çok önemliydi ve her üçü de benim için unutulmaz kahramanlardı. Yine de okumak ve hayal etmek, dokunmaktan farklı deneyimler olduğu için, Memoş’un yerini tam olarak alabileceklerini söyleyemem.

 

Katılımınız ve katkınız için teşekkür ederiz.

 

Beni davet ettiğiniz ve bu güzel soruları sorduğunuz için ben teşekkür ederim.

 

 

Not: Bu röportaj “Yapay Zekâ, Transhümanizm ve Edebiyat” dosyası özelinde gerçekleştirilmiştir.