Martine, Debbie, Christina, Steffi, Mary, Anita ve daha birçoğunun “adaşı” Türkçede 60’lı yıllardan bu yana “Ayşegül” olarak tanınır.
Martine, Debbie, Christina, Steffi, Mary, Anita ve daha birçoğunun “adaşı” Türkçede 60’lı yıllardan bu yana “Ayşegül” olarak tanınır. İlk olarak 1954’te Gilbert Delahaye’nin öykülerini kaleme aldığı ve Marcel Marlier’in resimlediği altmış kitaplık Martine serisi 1964’ten itibaren Türkçede başlarda Ayşegül’ün bir dönem ise Küçük Ayşegül’ün maceralarını konu alan çocuk kitapları sırasıyla Sümer, Yeni Sümer, Alpagut, Aksoy, Marsık ve son olarak Yapı Kredi Yayınları tarafından basılır (İleri s.s.y.).Dünya genelinde yayımlandığı ülkelerin en yaygın kız çocuk isimleriyle uyarlanarak çevrilen Martine serisinin 120 milyona yakın baskı yaparak her daim çok satanlar arasına girmesi çoğu zaman tesadüfi bulunmamıştır. Türk okurunun Ayşegül olarak bildiği kız çocuğunu ve arkadaşlarını serinin her bir kitabında farklı bir merakın, keşfin ve eğlencenin peşinde renkli kuşe kağıtlardaki gerçeğe uygun ve ilgi çekici resimlemelerinde görmek elli yedi yıl boyunca farklı kuşakların ilgisini çekebilecek bir başarıya ulaştığını gösterir. 2011 yılından itibaren Füsun Önen tarafından yeniden çevrilerek dolaşıma girmiş olan serinin tüm kitapları Ayşegül olarak isimlendirilmesi dışında yerli sayılabilecek herhangi bir unsur katılmaksızın aslına uygun olarak okurla buluşur. Serinin altmış kitabına bakıldığında Ayşegül’ün şehir hayatı dahilinde geçen maceralarıyla doğadaki deneyimleri arasında mekânsal olarak ikiye ayrılmış bir yaşamı olduğu göze çarpar. Bu yazıda Ayşegül’ün doğadaki deneyimlerini gözlemlemenin mümkün olduğu Ayşegül Arkadaşlarıyla Parkta, Ayşegül Bahçesini Süslüyor, Ayşegül Kamp Yapıyor ve Ayşegül Ormanda isimli dört kitapta doğanın Ayşegül tarafından nasıl alımlandığı ve okura sunulduğuna odaklanacağım.
Türkçede her ne kadar Ayşegül olarak tanınmış olsa da metnin aslına sadık kalınmış olduğu göz önüne alınırsa resimler ve öykülerin olay akışı, pek de yerli olmayan bir serinin içinde olunduğunu okura hemen hissettirir. Martine ismiyle Delahaye tarafından kaleme alınan öykü serisinde başkahraman olan küçük kız, Belçika’da ekonomik anlamda orta-üst düzey bir ailenin üç çocuğundan biri olarak yaşamını süren, ilgi çekici birçok ortama yaşam standardı sayesinde girebilen ve neredeyse her öyküde tek başına, kardeşleriyle yahut kendiyle aynı düzeyde hayatlar yaşayan arkadaşlarıyla birtakım maceralara atılan özgür bir imajda yaratılmıştır. Tuncer’in deyimiyle “hiçbir kötü davranışı, hatta yaramazlığı olmayan, büyük sözünden çıkmayan, her yerde nasıl hareket edileceğini bilen, bilgili, becerikli, terbiyeli bu çocuklar aslında yadırganacak tiplerdir” (124). Ayşegül kitaplarının tüm kahramanları fakat bizzat başkahraman Ayşegül, ideal bir çocuk olarak çizilirken geri planda kendisini yaratan yazarın varlığını ciddi anlamda imler. Ayşegül’ün anlatıcısı, akıllı uslu bu kız çocuğunun başrolünde çocuklara mesajlar verirken belli bir bakış açısıyla kaleme aldığını da hissettirmiş olur. Bu ideal kahramanın tahayyül edilen çocuk okura bir rol model misali sunulması, çevrildiği her ülkede yerel bir isimle tanınmasıyla da düşünülecek olduğunda daha güçlü bir anlam kazanır. Ayşegül, içinde bulunduğu her durumda problemleri çözebilen, bebek bakabilen, alışveriş yapabilen, kimi zaman bir prenses olarak resmedilmiş kimi zamansa kısa kesilmiş saçlarıyla bir erkek çocuğunu andıran, aşırı bilinçli ve hatta büyümüş de küçülmüş bir “süper çocuk”tur. Serinin özellikle keşfe odaklı öykülerinde Ayşegül’ün daha küçük, ciddi beceri gerektiren öykülerinde ise daha büyük biçimde resmedilmesi tutarlı görünse de her iki şekilde de Ayşegül’ün süper çocukluğundan bir şey eksilmediği görülür. Şehir yaşantısı içinde gündelik yaşama dair birçok şeyi başarıyla tecrübe eden bu küçük kızın doğa ile tecrübelerinde de aynı karakterde çizilmeye devam ettiği dikkatlerden kaçmaz. Resimleriyle çok renkli ve gerçekçi bir dünya çizen öykülerin doğa tasvirleri çocuk okuru dakikalarca meşgul edebilecek düzeyde etkileyicidir. Ele alacağım dört kitap arasında Ayşegül Kamp Yapıyor’da Ayşegül köpeği Fındık, kardeşi Orhan, ve ebeveynleri şehir dışına çıkarak kamp yapmaya gittikleri bir resimle okuru karşılar (Delahaye 3). Ayşegül’ün doğa ile ilgili diğer kitaplarında da, şehirde/ önceleri de kasabada yaşayan Ayşegül’ün doğayı işaret eden kırsala geçişinin bir başka yerden gerçekleştiği belirtilir. Doğanın Ayşegül için bir süre sonra bir kaçışı simgeleyeceği inceleyeceğim diğer kitaplarda daha belirgindir fakat bu öyküde de Ayşegül diğer doğaya dair öykülerinden çok da farklı bir çizgide yer almayacaktır. Bilgiç Ayşegül, yolu kaybeden anne ve babasına hemen yolu tarif eder ve bir kasabaya varıp oradan Çiçekli Nehir’e nasıl ulaşacaklarını öğrenmiş olurlar. Bu sayfada yer alan resim ilgi çekicidir (5). Uğradıkları kasabanın yüksek çatılı Flemenk tipi evleri ve meydanında yer alan kilisesiyle Ayşegül isimli bir kahramanın yaşadığı coğrafyayla uyumlu olmadığı dikkat çeker. Ayşegül ve ailesi kırsala, doğaya doğru hareket ettiklerinde ise bir kültüre dair belirleyici sayılabilen bu göstergeler gittikçe silinip kaybolur: doğa birçok kültüre rağmen ortak bir görünüm sergiler ve daha birleştirici bir tarafı söz konusudur. Bauman’a göre, “Kültür ‘doğa düzeni’ yerine yapay, tasarlanmış bir düzen koyma ya da ekleme işidir" (163). Doğanınsa kendine ait bir düzeni söz konusudur ve Ayşegül serisi doğanın bu kendine ait düzenini kentsel olandan kırsala her geçişte vurgular. Ayşegül o doğanın düzeni içerisinde ona dahil olan bir parçaya dönüşür ve onunla bir uyum içerisinde yaşar ve okura doğada eğlenmenin ne kadar güzel olabileceğini ima eder: Gittikleri Küçük Koru “harika bir yerdi. İnsan buradan rahat rahat jimnastik yapabiliyordu. Birdirbir oynayabiliyor, emekleyerek yürüyebiliyor, taklalar atabiliyordu...Siz de takla atabiliyor musunuz? Bakın şöyle yapılıyor. Çimenlerde yuvarlanmak ne kadar zevkliydi!” (Delahaye 9). Sonraki resimlerde ve onu takip eden öyküde Ayşegül çevresini keşfeder. Buğday tarlalarında kelebeklerin peşinde koşar, kardeşi Orhan çeşmeden su içer. Aile piknik yapar, kuşlar dallarda onları izler. Yemekten sonra balığa çıkılır. Doğa eğlencenin ve huzurla güzel vakit geçirmenin bir sembolü gibidir. Anlatıcı da okuru sürekli buna ikna etmeye çalışır sanki: “Nilüferlerin arasında sandalla gezmek insana nasıl da huzur verir, bir bilseniz... Ayşegül, suyun üstünde koşarak eğlenen bir böcek gördü” (13). Doğa öyle eğlenceyle dolu bir yerdir ki horozun ötüşüyle hemen uyanmak çocuklara uyumaktan daha cazip gelir çünkü “kırlarda bunca hareket varken uyumak olanaksızdı[r]” ve Ayşegül’le Orhan’ın keşif gezileri devam etmelidir. Öykünün artık sonlarına doğru korudaki çiftliğin yakınlarındayken Ayşegül küçük bir danacığın kahvaltı için kullanacakları sütün tamamını içmiş olduğunu fark eder ve Orhan’la birlikte bu danacığı yakalamanın peşine düşerler. Sonunda dana yakalanır ve çayırların ilerisine bağlanır. Çocukların burada danaya söyledikleri ilginçtir: “Bir daha yaramazlık yapmak yok! Yaparsan çiftçi amca gelip seni alır, ahıra kapatır, ona göre!” (19). Çocukların ağzından yazılmış bu kısmın sonuna anlatıcı, bu öykünün de böyle biterken danacığın bir daha yaramazlık yapmadığını ve herkesin sabahtan akşama eğlenmeye devam ettiğini ekleyerek son verir. Bu noktada öykünün diğer kısımlarından ayrılan bir başka tavır alt metinde hissedilir. Ayşegül doğanın bir parçası olarak hareket etmesine rağmen öykü dananın “yaramazlığı” ve eski düzenin çocuklarca tesis edilmesiyle sonlanır. Aslında dananın kendi doğasında var olan bir hareketinden ötürü ahıra kapatılmakla tehdit edilmesi ve yaptığının yaramazlık olarak atfedilmesi ilginçtir. İnsanın doğa üzerindeki tahakkümüne dair bir noktaya işaret eden bu tavrın benzer örneklerine dair metin boyunca küçük göndermeler söz konusudur. Örneğin başta kasabada korunun yolunu bulmak için fikir danıştıkları kişi bir belediye başkanıdır ve elinde pazarda satmak üzere taşıdığı ördeklerle dolu bir sepet vardır (3). Bir başka benzer nokta ise kuşların piknik yapan ailenin yemeklerinden kalan kırıntıları yemek istemelerine rağmen onların “paylaşmak istemeyecekleri”ne inanmalarına dair çizilen sahnedeki kısımdır (12). Son olaraksa benzer bir durum radyoyu çıkarıp yüksek sesle çocukların müzik dinlediği bir sahnede söz konusudur. Anlatıcının korudaki hayvanların kendi aralarındaki konuşmalarına yer verdiği bu kısımda geçen şu cümle çarpıcıdır: “Küçük Koru’daki bütün kuşlar sustu” (8). Çocukların ve ailelerinin aslında tüm bu kısımlar boyunca kendi kültürel davranış ve araçlarıyla doğada bulunmalarına doğanın kendisinin tepkisi “susmak” ya da “geri çekilmek” ya da “yaramazlık yapmamak”la yerleştirilmiştir. Bauman’ın söz ettiği kültürün kendi yapay düzenini yaratması ve doğa üzerinde egemenlik kurması mefhumu Ayşegül Kamp Yapıyor bağlamında doğrulanmış olur. İnsanın taşıyıcısı olduğu kültür doğaya egemen bir konumdadır.
Doğa kültür arasındaki bu gerilimli ilişkilenmeyi örnekleyecek biçimde Ayşegül Ormanda öyküsünde de gösterenler yakalamak mümkündür. Hatta bu öykü direkt olarak kültürün doğa üzerindeki baskısının hoş olmayan sonuçlar doğurabileceğine odaklanır. Bu hikâye Ayşegül’ün hasada yardım ederken bir küçük tavşan bulmasıyla başlar. Bu tavşanı içine sıkıştığı saman balyasından kurtaran Ayşegül doğada yaşamaya alışmış bu hayvanı “makinenin bıçaklarından kurtulmayı başar”ması yüzünden çok şanslı bulur ve ona bakmaya karar verir. Bebeğinin oyuncak biberonu vasıtasıyla Çıtçıt ismini verdiği tavşancığı besler ve nereye gitse yanında ona arkadaşlık edecek bir refakatçi gibi onunla geçirdiği vakitten çok keyif alır. Fakat bir gün arkadaşlarıyla oyun oynarlarken Çıtçıt’ın “mutsuz” olduğuna hüküm vermelerinden sonra dostunu doğal yaşam ortamı olan ve zihninde çok güzel bir yer olarak tezahür ettiği ormana salmaya karar verir (4). Tek başına Çıtçıt’la ormana giden Ayşegül’ü çevredeki kuşlar avcının tavşan avında olduğunu belirterek uyarırlar. Bu kısımdan sonra etkileyici orman tasvirleri içinde Ayşegül, tavşanı bırakacak güvenli bir yer ararken birkaç macera yaşar. Bu maceralarda resmedilen hayvanların domuz, geyik, gibi av hayvanları olarak resmedilmeleri dikkat çekicidir. Ayşegül Çıtçıt’la domuzlardan kaçarken avcının kovaladığı geyikleri ise uyarmayı tercih edecektir. Tehlikeli köprülerden dolambaçlı yollardan geçen Ayşegül’ün sonunda kendine göre güvenli bulduğu bir yere Çıtçıt’ı bırakmaya karar vermesiyle ayrıldıkları görülür. Ona verdiği tavsiyelerde ormana dair bakışını da görmek mümkündür: “Aman çok dikkatli ol! Ormanda tehlikeye atılma. Puhu kuşuyla şahinden uzak dur. Atmacaya, sansara, kokarcaya, tilkiye çok dikkat et! Ziyaretine geleceğim, söz” (17). Sonra oduncu olan Cemal Amca’sının ona “tavsiye ettiği ve tavşanların doğal yaşam alanı olan bir yere Çıtçıt’ı bırakır. Bu yerlerle ilgili fikirleri ise epey beğendiğini gösterir: “Bu rüya gibi yere hayran olan Ayşegül” Cemal Amca’sına hava kararmadan koşa koşa eve döneceğine söz vermesi”yle eve döner. Fakat Ayşegül bu “vahşi” doğaya rağmen bir kez daha ormana girecek ve Çıtçıt’ı özlediği için nasıl olduğuna bakmaya karar verecektir. Her ne kadar tehlikelerle ve maceralarla dolu da olsa orman Ayşegül’ün hayran kaldığı bir sürü hayvanın yaşadığı, bu hayvanları okura tanıttığı ve yaşam alanlarını tasvir ettiği kısımlarla ilgi çekici bir yer olarak görülür. Korkusuz bir “süper çocuk” olarak yine tüm tehlikesine rağmen ormana girip yine hiçbir zarar almadan oradan çıkacak olan Ayşegül’ün Çıtçıt’ı bıraktığı yere gittiğinde bir tavşan sürüsünün onun sesini duyar duymaz kaçmalarına karşı verdiği tepki ise şöyledir: “Biraz hayal kırıklığına uğramıştı. ‘En azından bana merhaba deseydi...’ diye düşündü” Fakat yine de Ayşegül’e “eh ne yapalım” diyerek evin yolunu tutmuş bir kahramanla öyküsünü sonlandırır anlatıcı. Ayşegül Cemal Amca’nın aslında ona verdiği tavsiyelerle tavşanı bırakmaya karar vermiştir ve bu da hayvanın doğal yaşam ortamında doğal rutininde serbest bırakılmasını öğütlemiştir. Bu tip bir öğüdü akıllı uslu bir çocuk olarak makul bulan Ayşegül’ün doğanın kendi koşullarına bırakılmış Çıtçıt’ın evde bir bebek gibi büyütmeye çalıştığı hâlinden çok daha mutlu olmasından kaynaklı kendisinin “vahşi” olarak algıladığı yaşantısında kalmasına müsaade edebilecek kadar olgunluk gösterir. Avcı ve oduncuların yer almasıyla daha tehlikeli bir yer olsa da orman yine de hâlen bir doğal yaşam alanıdır. Burada da kültürün eyleyeni olan insanlar ağaçların oduncularca kesildiği ya da avcıların avlanmak için gezindiği resimleri barındırarak doğaya müdahalede bulunan bir fail olarak bu kez insanı gösterir. Fakat Ayşegül de doğaya tavşana kendisi bakmakla müdahale etmiş de olsa asıl örnek davranış bu noktada doğayı ve içindekileri kendi hâlinde bırakmak olarak bir alt metin olarak yerleştirilmiştir.
Serinin Ayşegül Bahçesini Süslüyor isimli öyküsünde ise Ayşegül’ün babasının köyde aldığı bir yeni evin bahçesinde kardeşi Orhan’la bahçe süslemesi yaptıkları görülür. El arabasıyla gerekli malzemeleri taşıyan, çapa yapan, çiçek eken, ağaç budayan, eldiven takıp ısırganları söken, çalılara şekil veren iki kardeşin bu öyküde yetişkinlerin yapacağı ağırlıkta işleri yapmakla meşgul oldukları görülür. Çocukların bu işleri yaparken doğayla uğraşmaktan, ona şekil vermekten çok keyif aldıkları resimlerle yansıtılırken bir taraftan da bu işlerin nasıl doğru yapılacağı öyküde eşlik eder. kendi boylarındaki makinalarla çimleri düzeltmekten dahi çekinmeyen ve güçleri yeten bu “süper çocuk”ların bu işleri ebeveynlerini “şaşırtmak” ve “mutlu etmek” ama en çok da tüm yaptıkları işlerde onlara coşku veren doğaya duydukları sevgi ve ilgi için yaptıkları görülür (7). İlkbahara hazırlık için sonbahardan bahçeyi hazırlayan çocuklar öykünün sonunda ilkbaharın geldiği ve tüm canlıların sevinçle dolu olduğu aktarılır: "Bakın, işte ilk kelebek! Zaten ne zamandır Ayşegül’ün bahçesinde uçmayı hayal ediyordu! Herkesin yüreği neşeyle doluydu. Ama bahçedeki işler yok muydu...” Doğanın yeniden canlanışıyla tüm hayvanlar, çiçekler, böcekler sevinç içindeyken bahçedeki işleri yapması gereken kişi olarak Ayşegül bir sorumluluk duyuyordur. Nitekim ilerleyen sayfalarda “Çiçekler susamıştı. Ayşegül, ‘Hemen su vermek gerek’ dedi” (17) diyerek bu sorumluluğa sahip bir çocuk olarak resmedilir. Doğaya gereken özen ve ilgiyi göstermesinin karşılığında ise teşekkür alacaktır ve zevk duyacaktır: “Çiçekleri sulamak ne zevklidir! Sanki bizimle konuşurlar. Unutmabeniler ‘Beni unutma’ der, sarmaşık gülleri ‘teşekkür ederiz!’” (a.y.). Bu kadar çalışmalarının ve tüm bahçeye bakıp onu süsledikleri için de babaları tarafından takdir edilirler: “Aferin size, çok güzel çalışmışsınız. Alın bakalım ödülünüzü” (19) diyerek onlara bir kaplumbağa hediye eder. Ayşegül bu öyküde de hayvanı doğal yaşamından ayırmadan bahçede büyütmeye karar verir. Yine hayvanlara ve doğaya karşı duyarlı bir çocuk olarak resmedilen Ayşegül’ün yine doğa ile insan ilişkisini bu kez bir gereklilik üzerinden ortaya koyduğu görülür. Doğanın düzenini tesis ederken insanın önemli bir işlevi söz konusudur.
Ele alacağım son kitap olan Ayşegül Arkadaşlarıyla Parkta’da ise daha farklı bir vurgu söz konusudur. Ayşegül ve arkadaşlarının parka gelme amacı anlatıcı tarafından doğaya kaçma/sığınma üzerinden ortaya konur. “Burada otomobil, otobüs, metro yoktu. Harika bir yerdi. İnsan kendini şehir dışında sanıyordu” (4). Şehrin ortasında olduğu anlaşılan bu parkın işlevi kişileri şehrin rahatsız edici görülen ve doğayla ilgisi olmayan modern hayat etkilerinden uzaklaştırması olarak ortaya konurken resimlerde tüm yeşil alanlar ve park alabildiğine geniş, rengarenk ve cezbedici resimlenmiştir. Herkesin birbiriyle büyük bir uyum içerisinde oynadığı, neşenin hâkim olduğu bu ortamda, çocukların bir türlü tüketemeyeceği etkinlikler türetebiliyor olmaları doğaya bir türlü doymamaları vurgusunu artırır. Çocuklar yine her etkinliği kendi başlarına idame ettirip kayıkla gölde gezmek midillilerin sürdüğü arabalara binmek gibi zorlu işleri dahi kendi başarına halledebilirler. Güzelce eğlendikleri günün sonunda evlerine dağılırlar ve “harika” bir gün daha sona erer. Bu öyküde çocuklar parka girerken varlığı görülen ve “Sakın çiçeklere zarar vermeyin!” diyerek onları uyara bekçi amca parkın doğasının bakımını yapan kişi olarak öyküye yerleştirilmiştir. Bu bakım doğadaki her şeyin rahat ve birbiriyle uyum içerisinde yaşamasını sağlama amacı güder gibidir. Nitekim göldeki kuğuya bakan çocukların tasvir edildiği bölümde “İşte karşınızda kraliçe kuğu! Fındık içinden ‘ada kuşu’ diye geçirdi. Kuğu kendi kendine ‘yine tasmasız bir köpek!’ dedi. Park bekçisi kızacaktı. Sonra da başını sallayarak uzaklaştı” diye yine bekçiye ve onun düzen tesis ediciliğine dikkat çekilir. İnsan bir kez daha doğaya karşı bir sorumluluğa sahiptir. Ona bakıp dengesini bozmayarak devamlılığını sağlamak insanın elindedir.
Doğayla alakalı mesajlar içeren bu üç kitapta da özellikle resimlerin doğayı çok etkileyici ve cazip bir yer hâline getirmesi çocuk okurlar üzerinde ciddi bir merak, keşfetme isteği ve doğayla daha iç içe bir yaşam kurma arzusunu pekiştirmeyi rahatlıkla sağlayabilecek kadar öndedir. Dört öyküde de Ayşegül ve çevresindekiler severek isteyerek ve çekinmeden doğaya yönelirler. Kimi durumlarda onun düzenine kontrolü insanın elinde tutması gerekliliğini vurgularcasına müdahale ederken kimi zaman da doğanın iyiliği için maceralara müdahil olurlar. Fakat dikkatlerden kaçmaması gereken en önemli nokta, diğer Ayşegül hikâyelerinde de olduğu gibi ütopik bir ortamda bir süper çocuk olarak çizilen Ayşegül’ün idealize edilmesidir.
Kaynakça
Bauman, Zygmunt. Sosyolojik Düşünmek. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2004.
Delahaye, Gilbert. Ayşegül Arkadaşlarıyla Parkta. Res. Marcel Marlier. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2017.
________. Ayşegül Bahçesini Süslüyor. Res. Marcel Marlier. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2017.
________. Ayşegül Kamp Yapıyor. Res. Marcel Marlier. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2016.
________. Ayşegül Ormanda. Res. Marcel Marlier. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2016.
İleri, Aydın. “Hiç Büyümeyen Kahraman: Ayşegül”. http://www.edebiyathaber.net/hic-buyumeyen-kahraman-
aysegul/ 18 Şubat 2012. Erişim tarihi: 23 Nisan 2018.
Tuncer, Nilüfer. “Ayşegül ve Ayşecik Dizilerinin Artı ve Eksileri”. Türk Kütüphaneciliği 29 (1980): 122-125.