Monopoly oyununda şahit olduğumuz emlak rekabetini, bireylerin sahip oldukları veyahut olmadıkları emlak konutlar arasındaki niceliksel eşitsizliği “suç” kavramı üzerinden düşünebiliriz.
Monopoly, en basit tanımıyla, emlakçılık konulu, zarla oynanan bir masa oyunudur. İsimden de anlaşıldığı üzere tekelden gelir, oyunun amacı emlakları elinde toplayarak diğerlerini iflasa sürüklemektir. Böyle bir oyunda her oyuncu ekonomik anlamda en güçlü olmaya çalışır. Kapitalist bir anlatının sembolleşmesi olan Monopoly, 1929 Pakers Brothers markasıdır. Charles Darrow tarafından ekonomik buhran zamanı bulanan bir oyun olarak piyasa sürülür ve yıllar içinde en çok oynanan masa oyunlarından birisi olur. Darrow, patentten aldığı parayla zengin olurken, oyunun P.B tarafından yayımından 30 yıl önceye tekabül eden başka bir tasarım öyküsü daha vardır. Kendisini oyun tasarımcısı olarak tanımlayan Lizzie Magie’ye ait bir hikâye.
Lizzie Magie (9 Mayıs 1866-2 Mart 1948) Amerikalı feminist oyun tasarımcısı. Onun tasarladığı oyunu anlamamız için bilmemiz gereken diğer bir özelliği ise georgist olmasıdır. 5 Harfliler ’de Duygu Aytaç, “Monopoly” olarak patenti alınmadan 30 yıl evvel, Magie’nin The Landlord’s Game (Ev Sahibi Oyunu) adında georginizmin felsefi düşüncesini tasvir ettiği bu oyunu tasarladığını yazar. Oyun şu an tam bir kapitalizm oyunu olarak ünlenmiş olsa da aslında Magie’nin tasarımı daha kapsamlıdır. Oyunun iki versiyonunu oluşturur: Monopolist ve Anti-monopolist. Monopolist tutumla oynanan versiyonu şu an zaten hâlihazırda yaygınlaşmış olan versiyonu, oyuncunun bütün emlak piyasasını tekelde toplayarak diğerlerini iflas ettirme yöntemiyle şampiyon olmasıdır. Bu oyunun adı hırs oyunu iken, Magie’nin aslında yaygınlaşmasını istediği öğreti, ikinci tutumda mevcuttur. Lakin o oyun tutulmaz ve yaygınlaşmaz. Anti-monopolist olan ikinci tutum, refah oyunu olarak geçer. Bu versiyonda toplumsal refah için bir çözüm yöntemi sunar. Ne oldu, neden bir oyun toplumsal refahı birlikte üretimi destekleyen bir alternatifi de varken, para ve tekelcilik merkezli versiyonu ile güçlendi? Bu metin Monopoly oyununun insanlık tarihi içerisindeki bu seyrinden yola çıkarak, “suç”, “para” ve “oyun” kavramlarının birbirleriyle olan ilişkilerine dair bir örüntüyü çözme denemesidir. Çünkü Monopoly oyunu, yetişkinlerin tarafından da ilgiyle oynanmaya devam etmesinin yanında “8 yaş ve üzeri” ibaresi ile birlikte bir çocuk yazını içeriğidir. Yoğun ilgi gören bir oyunun oynayanlar tarafından, üreticinin niyetinden farklı bir seyirde ilgi görmesi hayatının içindeki üç kavramla doğrudan ilişkilidir diye düşünmekte ve bu üç kavramla okumayı tercih etmekteyim.
Yaşam bu üç kavramla şekillenmektedir: Suç, para ve oyun. Bilinçli bir toplum inşası için, bu kavramların tanımlarının, bizatihi ne olduklarının, hayatımızda nasıl konumlandıklarının sorulması, üzerine düşünülmesi gerekir. Zaten hâlihazırda bu soruları soran, kavramların felsefesini yapan bir düşünce tarihi bagajı var. Bu çalışmadaysa sadece çocuklukla ilişkilendirilmesinin sığ bir yorum olduğu kabulünden hareketle oyuna, suç ve para ilişkisi üzerinden bakma denemesi gerçekleştireceğim. Öncelikle, suç, para ve oyun sıralamasıyla deşifre etmeye çalışacağım örüntüyü, sonuç bölümünde oyun, para, suç sıralamasıyla yeniden okumaya tabi tutacağım. Çünkü biz, suça maruz kalır, suçla muhatap oluruz. Bir sonuç olarak suçu yaşama anı, aslında bizim fark etmemize sebep olan ilk karşılaşma anıdır. Her şey suçun belirmesiyle başlar gibi gözükür, ama aslında suç bir sonuçtur. Para bizi suça götüren araçtır, oyun ise tüm bu yaşantının geçtiği varlık alanıdır. Yani oyunun açtığı varlık alanında, paranın aracılığıyla suç gerçekleşir. Lakin günlük hayat deneyiminde oyun ve parayı deşifre etmeden direk suçla karşılaşırız. O sebeple bu çalışmamı, günlük hayattaki fark edişimizi takip ederek örüntüyü çözme, kaynağa ulaşma denemesi olarak okuyabilirsiniz.
SUÇ!
Suç kavramı, beraberinde üç soruyu getirir: “Suç nedir?”, “Suçlu kimdir?”, “Suçluluk ne anlam ifade eder?”. Suçluluk kavramının, kavram mı duygu mu, olay mı, düşünce mi eylem mi olduğu gibi daha birçok soru, bu sorularının içinde açılan binlerce sorudan birisidir. Bu metinde konumuzu başlangıç sorularıyla sınırlandıracağım. Başlangıç bize suç kavramının çok soru üretip, her sorunun peşi sıra yeni bir soru ve sorunsallarla karşımıza çıkabilmesinden destek alarak suç felsefesi diye bir şeyin olduğunu gösterir. Suç felsefesi deyince aklımıza gelen ilk iki isim “Örgütlü Suç” makalesinin yazarı Hannah Arendt ve Suçluluk Sorunu: Almanya’nın Siyasal Sorumluluğu Üzerine şeklinde Türkçe’ye kazandırılmış eseriyle Karl Jaspers’tir. Ben bu çalışma için Jaspers’i rehber alıyorum.
Karl Jaspers (23 Şubat 1883-26 Şubat 1969) varoluşçu bir Alman filozoftur. Yaşadığı tarihler ve coğrafyası sebebiyle II. Dünya Savaşı onun yaşamını, haliyle felsefi üretimini doğrudan belirler. Nazi Almanya’sının cefasını bizzat çeken bir hayatı sonlandırmak üzereyken savaşın bittiği bilgisine ulaşır. Savaş sonrası Almanya’sında yaptığı derslerin içeriği Türkçe’ye Suçluluk Sorunu olarak çevrilen eseri oluşturur. Jaspers suç ve sorumluluğu temel konu yapar. Aslına bakarsanız savaş sırasında olan biten şeylerin üstünü örtmek istemeyen tek kişi değildir Jaspers. 1945 yılında Almanya’nın pek çok yerine asılan “Bu sizin suçunuz…” içerikli posterler de halkı suç konusunda kalmaya maruz bırakır. Savaştan çıkmış halk, yorgunluk psikolojisiyle belki de kaçmaya daha meyilli olsa da, Jaspers’in düşüncesi, suçla yüzleşme gerçekleşmeden arınmanın mümkün olmadığı yönündedir. Bu yüzden, söylemini dönemin iktidarının isteğine uygun bir şekilde çevirerek yaşamak yerine, öğrencilerini durmaya ve yüzleşmeye davet eder. Bu davetler, tüm yaşananlardan bütün Almanya’nın mı, yoksa sadece Nasyonel Sosyalizm Alman İşçi Partisi’nin mi suçlu olduğunu sorar muhataplarına. Yeni bir toplumsal bilinç inşası denemesi olan bu ders, “adaletsizliğin hâkim olduğu kamusal bir iklim oluşmasında kimin katkısı var?” sorusunu, bireyin kendisini seyirci konumundan sıyırıp, acaba benim katkım var mı şeklinde kendine yöneltmesini amaçlar. Diğer bir deyişle Jaspers suçu felsefi bir araştırma konusu yapar. Çünkü Jaspers suçun tekrarlanmamasını istemektedir. Bu sebeple öğrencilerini suç üzerine düşünme sorumluluğuna davet eder. Yüzleşmek bir sorumluluk olarak durur karşımızda. Suçu kategorilere ayırır, her kategoride soruları arttırarak arınmaya giden yola yüzleşmeyi koyar. Bu yüzleşme için de kurumları, devletleri değil bireyi muhatap alır, çünkü kolektif suçu reddetmemekle beraber, kolektifi oluşturanların yine bireyler olduğu gerçeğinin araya kaynamasının yüzleşmeyi imkânsız kıldığını fark eder.
Jaspers “Holocaust’un öznesi kim?” diye sorar, bu soruya cevap aramak bir konuşma girişimidir. Konuşmak, onun yeni bir toplum inşası için bulduğu bir yöntemdir. Birbirimizle konuşmayı öğrenmemiz gerekir. Konuşamazsak, geçmişi onaramayız, geçmişi onaramazsak geleceğe varamayız. Suç geçmişte kalan bir şey değil, gölgesiyle geleceği inşa ettiğimiz bir olaydır. Bu yüzden suçtan arınma, “arınma” için de yüzleşme gerekir. Buradaki tutunduğu, fark etmemizi istediği değer ise “sorumluluk” tur, “sorumluluk” bizi geçmişe ve geleceğe bağlar.
Bir rivayete göre Kızılderililer bir eylemde bulunurken kendinden önceki yedi kuşağı ve kendinden sonraki yedi kuşağı düşünürler. Çünkü bizim eylemlerimiz atalarımızla da doğmamış çocuklarımızla da bağlantıdadır. Bu sebeple “sorumluluk” insanın kaçma uğraşı vererek boşuna zaman kaybettiği bir şeydir. “Sorumluluk”, insanın özgürlüğünün kanıtı, iradesinin sebebi, varoluş şeklidir. Bu sebeple belki de en büyük suç, sorumluluğumuzdan kaçmaktır. Bu yüzden sorumluluğu alabilmek için önce suçu tespit etmeli, suçtan kaçmak yerine onun felsefesini yapmalıyız. Bu sebeple suçun felsefesini yapmak belki de suçu kaçınılmaz bir şey olarak karşımıza çıkarır, ama suç kavramın hayatımız içinde pozitif bir hikâyeye oturtmak da ancak sorumluluk kavramıyla mümkün olur. Bu metin biraz da suç ve sorumluluk kavramlarının birlikte okunmasıdır. Ortada bir suç var, bunun sorumlusu kim, benim sorumluluğum ne? Soru sormak ve konuşma direncinde kalmak da bir sorumluluk olarak durur karşımızda ve Jaspers kendi toplumuna kendi toplumunun özne olduğu bir olayın sorusunu yöneltir.
Monopoly oyununda şahit olduğumuz emlak rekabetini, bireylerin sahip oldukları veyahut olmadıkları emlak konutlar arasındaki niceliksel eşitsizliği “suç” kavramı üzerinden düşünebiliriz. Hırs oyununun yaygınlaşmış olmasını, tekelci konut iktidarının güçlenmiş olmasını toplumsal hayatımızda da desteklenen yolun bu olması üzerinden okuyabilir, eşitsizliğin desteklenmesinin kimin suçu olduğunu sorabiliriz. Ama bir mülkiyeti edinmek, her şeyden çok para ile alakalı bir sahiplik. Bu sebeple suç üzerine soru sormak bizi kaçınılmaz bir şekilde para ile ilgili soru sormaya götürür. Monopoly oyununda tutmuş yolun, emlak piyasasında da tutması üzerinden toplumumuza soru yöneltebiliriz, ama daha spesifik bir yerden de soruyu sorabiliriz. Türkiye 6 Şubat 2023’ de, Güneydoğu bölgelerini içine alan bir deprem olayıyla sarsıldı. Jaspers’in sorusunu uyarlarsak, “deprem sonrasında oluşan yoksunluk durumlarının öznesi kim?” şeklinde sorabiliriz. Buradaki suç kime, kimlere ait? Meydana gelen hadiselerde bizim sorumluluğumuz nedir, tam olarak hangi suçtan ötürü bir yüzleşme gerçekleştirmeliyiz? Takdir edersiniz ki, kişinin sorumluluğunun ne olduğunu tespit etmek için de onarmak için de öncelikle hasar tespiti gereklidir. Suçu kavramak bu hasar tespit sürecine dâhildir. O sebeple bu metnin konusu, “suçu oluşturan ana unsurlar, kişiler kim?” sorusunda kalsın. Gerek siyasilerin gerek sivil toplum kuruluşlarının gerekse de halkın bir müddet aradığı suçlulara cevaben, mülk sahipleri, makam, mevki sahipleri, yetkililer, ihale ortakları, maldan yararlananlar vs. şeklinde gelen yanıtların yanında bir de tartışmalarda, her öne sürülen sebebin altında örtük bir şekilde de olsa adı geçen ve meseleye dâhil olduğunu reddedemediğimiz bir kavram var: "Para”.
Gerek yapılan binalarda malzemeden çalınarak kâr elde edilmesinde, gerek zorunlu olarak toplanan para -vergiler, ya da gönüllü olarak toplanan bağışlar- aracılığıyla olsun tüm değerlendirme sürecinde paradan bağımsız bir süreç olmadığını gözlemlemekteyiz. O zaman var olan suç, suçluyu ararken bizi paraya götürüyorsa, karşımızda bir de felsefesi yapılacak kavram olarak “para” durmaktadır. “Para bizim neyimiz olur? ”un yanı sıra, esas sorumuz bu bağlamda, insan ve para değeri arasındaki ortaklığı sorgulamak olmalıdır.
PARA!
Para bir alettir, bir şeyi elde etmek üzerine kullanılan, kullanılması için de üretilen bir araçtır. Ama biz “Özne kim?” sorusuna cevap ararken para kavramıyla karşılaşıyoruz, bir araç özne olabilir mi? Para, araç kullanım biçimi özelliklerini taşısa da para ile herhangi bir aracı birbirine yakın görebiliyor muyuz? Mesela para ve İngiliz anahtarı arasında nasıl bir okuma yapabiliriz? İngiliz anahtarı ve daha bütün diğer araçları satın alabilme kapasitesine sahip olmak, aracı daha kapsamlı daha yetkin bir araç mı yapar, yoksa uğuruna ölünecek öldürülecek bir amaç mı? Kavramların felsefi soruşturmaya tabi tutulmasına ihtiyacımız olduğunu öne süren bu okumada, sorulan sorulara yanıt vermekten ziyade, sorular olduğunu kabul etmeyi amaçlıyorum. O sebeple, paranın araç mı amaç mı olduğu noktasında bizzat sosyal hayatın oluşturduğu bir karışıklık bulunduğunu göz önüne alarak, “Para nedir?” sorusunda durmalıyız.
Paranın tarihine baktığımızda, işlevsel olarak varlığının ihtiyaçlar doğrultusunda ortaya çıktığını, işlevselliğinin artması amacıyla zamanla evrim geçirdiğini -en çok fiziksel olarak- görürüz. M.Ö. 9000, atalarımız nesneleri değiş tokuş yaparak ihtiyaçlarını karşılamaya başlar, M.Ö. 600’ de Lidyalılar ilk kez değerli madenlerden sikkeler üretir, 1609’da ilk modern merkez bankası kurulur, 2009’da ilk mobil banka uygulamasının kullanıma sunulması gerçekleşir ve bu süreç bitcoin ağının çalışmaya başlaması şeklinde devam eder. (Aydın ve Elmas 264)
Deniz kabuklarının ve daha birçok şeyin para olarak kullanıldığı tarihe bakınca, tıpkı suç gibi, tanımı da kolay yapılabilir gibi gözüken ama zorlanılan bir kavramla karşı karşıya olduğumuzu fark ederiz. Bu sebeple burada desteği Para Felsefesi adında bir kitapla soru ve sorunları toplayan George Simmel’e çeviriyoruz. Simmel (1 Mart 1858-26 Eylül 1918), Alman sosyolojisinin kurucularından olan düşünürümüz mezkûr eserinin girişine “Bu gerçekten benim kitabım” notunu düşer. Para, itibar, kadro konularında zorluklarla mücadele ettiği nakledilen düşünür, bireyselliğin ve parçalanmışlığın sosyolojisini paranın “ne”liğini sorarak yapar öncelikle. Bir hayat filozofu olarak paranın nesnel kültür içindeki rolüyle ilgilenir. Çağın ruhunu para kavramıyla birlikte okur. Simmel’i Marx’ın düşüncesinden ayıran şeylerden birisi de bu noktada mevcuttur. Çünkü Marx, ekonomik sosyal problemlerin kapitalizme özgü olduğunu öne sürer; Simmel ise, nesnel kültürün yükselişi karşısında bireyin güç kaybına uğramasının bir sonucu olduğunu tespit eder. Belki de bu yüzden onun yaptığı şey gerçek anlamda yaşamın her anlamında paraya dair soru sormak, çözümlemeye gitmek, paranın felsefesini yapmaktır.
Simmel’e göre “paranın birinci ve tek niteliği değerli olmaktır” (138). Paranın bir araç olmasına rağmen amaç sanılma hikâyesine baktığımızda, meselenin paranın fonksiyonundan kaynaklandığını görürüz. Her şeyi alabilme aracı olması onu amaç kategorisine yakınlaştırır, ama tabii ki o hep bir araçtır. Her şeyi alabilmesi, alma değeri olmasından ve aslında alış-veriş denkleminden kaynaklanır. İşte burada parayla beraber okuyacağımız asıl kavram, “mübadele”dir. “Mübadele”, bir şeylerin yer değiştirilmesidir. Yer değiştirme, şeylerin değerine göre gerçekleşir. Bu yüzden Simmel’in de kapsamlı bir bölüm olarak ele aldığı “Para ve Değer” konusu ayrıca önemlidir. Para bir değişim, bir değer ölçme aracıdır.
Topluluk halinde yaşam, ihtiyaçların artmasını ve ekonomik mübadele gereksinimini doğurur. Tüm ihtiyaçlarını kendisi temin edemeyen insan, diğerleriyle ekonomik bağlar kurar. Bu ilk başlarda takas sistemi aracılığıyla giderilebilen bir ilişkiyken, zamanla takas sistemi, fayda, fiyat, değer analizleri bakımından birçok sorunla karşı karşıya kalır ve bu sorunların üstesinden gelme denemeleri, para kavramının evrimini gözler önüne serer. İnsanların ihtiyaçlarının karşılamak için verdikleri mücadele değişim gösterse de bu karşılama biçiminde temelde değişmeyen bir şey var, o da “mübadele”. Mübadele bir yöntemdir, yöntemin çalışma dinamiği değere göre yer değiştirmektedir, en önemli değer ölçer de paradır, bu sebeple gelinen son noktada her durumda para ile bir şey mübadele edilebilir olmuştur. Tabii ki paranın anlamını aşan bir forma ulaşması ansızın gerçekleşmez. Simmel, değer belirlemenin gerçek bir oluşum olduğunu ve doğal dünyanın bir parçası olduğunu ifade eder. İnsanın o şeye harcadığı emeğin değerlendirme de önemli bir nokta olmasıyla beraber son kertede vurgulanan: “Nesneler, insanlar ve olaylar da sadece bizim verdiğimiz değerle değerlenmez, hiç kimse değer vermese bile onlar değerli olmaya devam edeceklerdir” çıkarımıdır (32). Yani bir talep, bir nesnenin pazarını arttırsa da ekonomik değer olarak, talep edilmiyor olması onu değersiz kılmaz, hâlâ ekonomik değer kapsamındadır.
Tecrübe ettiğimiz her değer bir duygudur ve duygu yaratır. Ama bu duygu onunla özdeş değildir. Nesnelerin ideal alan içindeki konumları, özneler için sahip oldukları anlamla çok alakalıdır. Burada kavranan değer, metafizik bir kategoridir. Metafizik bir kategori olan değer kavramı, özne nesne düalizminin ötesinde konumlanır. Bununla beraber değer, gündelik hayatta nesnelerle ilgilenir. Tüketici ve mesafe arasındaki mesafe değeri belirler:
Değerleme hoşlanma duygusuyla değil, mesafenin kayboluşu ve mesafe yüzünden ortaya çıkan ve giderilmeye çalışılan arzuyla ölçülür. En azından değerlenmelerinin ekonominin temelini oluşturduğu nesneler söz konusu olduğunda, değer, talebin sonucudur. Varlık dünyasının benim temsilim oluşu gibi, değer dünyası da benim talebimdir. Ne var ki, her talebin bir nesneyle tatmin edilmesini öngören mantıksal ve fiziksel ihtiyaca rağmen, talebin psikolojik yapısı pek çok durumda bizatihi tatmin üzerine odaklanır ve nesne, ihtiyacı tatmin ettiği sürece önemsizleşir. (Simmel 34)
Değer üzerine yoğunlaşması, bu durumun her durumda geçerli olmadığını, sadece parada geçerli olduğu fikrine varır. “Fakat bilinçli arzu, her zaman yeterli ve gerçekten etkin bir değer-verme indeksi olarak ele alınamaz. Bir nesneyi değer verilebilir olarak görmemizi sağlayan pratik etkinliklerimizde genellikle yeterli sayılabilecek bir yarar vardır ve bizi heyecanlandıran aslında nesnenin önemi değil, muhtemel öznel tatmindir” (Simmel 34). Para hem nesnelerle aramızda bir mesafe yaratır hem de varlığı sayesinde o mesafeyi aşmayı sağlar. Burada değeri arttıran şey, mesafeyi aşmadaki güçlük, yani elde etmedeki zorluktur. Para her şeyi nicel olgulara indirgeyerek, bireyin de öneminin azalmasına sebebiyet verir. Çünkü her şeyi nicel olguya indirgemek, renksizliğe, işaretken bu durum bireyselliğin, estetiğin, ruhun ve düşünmenin de karşıtı bir tavırdır.
Bilinç nesnelere bir anlam yükleyerek yönelir, bu da nesneler arasında bir fark yaratır, nesnenin bilincimize daha fazla hükmetmesiyle, ihtiyacı belirleyen artık nesne olur (Simmel 35). Nesnenin hükmü altında kaybolmamak için de kişinin nesne ile nesneyi gören zihni arasına belirli bir mesafe alması gerekir. Simmel’in çözümlemesine göre ego ve nesne hayatın her alanında ilişkili kavramlardır, bu sebeple ego sürece dâhil olur (Simmel 37). Simmel’e göre bir yerden sonra içgüdüsel olmayan bir talep devreye girer. Benlik ile nesne arasındaki mesafenin büyüklüğü, irade eyleminin gelişemeyip arzunun yok olmasına ya da belirsiz bir arzu haline gelmesine sebep olabilir. Özne ve nesne arasında ekonomik anlamda da olsa değer oluşturan mesafeye dair bir alt ve üst sınır olduğunu belirtir Simmel. Çünkü doğal üretken toplumsal fırsatlarla ilişki bağlamında, değer miktarının nesneyi elde etmedeki güçlükle paralel olmadığını söyler (Simmel 37). O zaman değer oluşturma yapılanmasında doğal olmayan bir şeyler mi var diye sorabilir ve sahte-hakiki ayrımını not edebiliriz.
Paranın değeri para olarak hizmet etmesinde saklıdır, paranın para olarak hizmet etmediği bir versiyonu yoktur. Para her durumda güçlü bir araçtır. Nesneye değer vermemizi belirleyen önce pratik sebeplerdir, lakin ona olan soyutlama ve yüceltme sonu estetik hal alır. Bu öncelikle kurulduktan sonra tekrarında faydanın yokluğunda bile haz gerçekleşir. “Nesnelerin fayda değerinden estetik değere doğru kaydettiği bütün gelişim, bir nesnelleştirme sürecidir” (Simmel 39). Sadece yararlı olduğu zaman nesneler birbiriyle değiştirilebilir. Ama güzel olduklarında benzersiz tekil varoluş kazanmışlar demektir. Bu da yer değiştirmeyi engeller.
Nesneleştirici etkiye sahip olan şey mesafedir, hayatımızda asıl mesafe oluşturan ve bunu aşan ekonomik faaliyetin işareti paradır. Paradan ötürü bir şeyleri alamayız ve para sayesinde alabiliriz.
Mübadele için değer kavramının kazandığı anlam, öznellik ve nesnelliğin katı anlamını aşar, artık değer özne ve birey üstü bir şekilde karşımızda durur. Artık, değer, benzer başka bir şeyle değiştirilebilen bir nesne talebi olarak anlam kazanır. Başlangıç noktası öznel tecrübe olsa da sonra öznel tecrübeyi aşan bir durum gerçekleşir. Simmel nesnelerin mübadelesine atfedilen anlam ilişkiyi belirleyen öznel anlamdan tamamen bağımsız değildir dese de nesnel sürecin bireyin bilincini hâkimiyet altına aldığını vurgular. Bir ilerleme adımları belirler: “Bir nesnenin değeri, bir başka nesneyle mübadelesinde nesnelleştirilmiş hâle gelir” (Simmel 47). Ekonomik bir nesnenin var olmasının ilk sebebi faydadır. Talep, fayda mübadeleyi yaratır. Bir değerinin pratikte etkin hâle gelmesi başka değerlerle eşitlenerek mübadele edilebilir olmasıyla mümkündür. Ekonomik değer kavramının cisimleşmesi paranın gelişmesine tekabül eder. Para ansızın var olan bir şey değil, bir ihtiyacın sembolleşmesidir, o sebeple zaten soyut değerlerin de temsilidir.
Ekonomik değer nesnelere gösterdiğimiz öznel tepkiye göre onların mübadele ilişkisinden ibarettir, fakat nesnelerin ekonomik göreliliği ancak diğer anlamlarından evreler hâlinde çıkıp gelişir ve bir nesnenin bütün temsilinde ya da bütün değerinde bu anlamlara asla tümüyle hâkim olamaz. Nesnelerin mübadele edilebilirlikleriyle kazandıkları değer, yani kendi değerlerinin sayesinde ekonomik bir değer hâline geldiği metamorfoz, daha açık ve güçlü biçimde ekonominin yaygın ve etkin büyümesiyle oluşur -Marx'ın meta üretimini temel alan bir toplumda kullanım değerinin mübadele değeri lehine ortadan kalkması olarak formüllendirdiği olgu- fakat bu gelişmenin gayesine ulaşamadığı görülür. Sadece para, saf anlamıyla, bu son evreye ulaşmıştır; o, mübadele edilebilirliğin saf formundan başka bir şey değildir. O, şeylerin kendisini ya da fonksiyonunu cisimleştirdiği içindir ki şeyler ekonomik olur. O şeylerin bütünlüğünü kavramaz, fakat paranın bütünlüğünü kavrar. (Simmel 101)
Mübadele edilecek bir şey yoksa para da bir değere sahip değildir. Para, satın alınacak şeye dair bir ihtiyaç varsa bir değere sahiptir. “Karşılıklı bir ilişki yoksa paraya yer yoktur, çünkü bu durumda kişi öteki kişiden bir şey istemez ya da kişi -başkalarıyla herhangi bir ilişkisi olmaksızın- farklı bir düzlemde yaşar ve karşılığında herhangi bir hizmet sunmaksızın her ihtiyacı tatmin edebilir” (Simmel 129).
Simmel bazı araçların amaca çok yakın olduklarını hatta bu sebeple sanki kendilerinde bir ahlaki değer taşıdıkları yanılgısını oluşturduklarını belirler, paranın bazen araç olma özelliği gözden kaçıp, o bir amaç gibi algılansa da bu algısal bir hatadır, o hep bir araçtır. Paranın soyut değerlerin temsili olmasını, cimrilik, savurganlık, cömertlik gibi tavırları, kişinin para ile olan ilişkisinde kazanılan adlandırmalar bağlamında düşünebiliriz. Simmel zaten paranın felsefesini yaparken tüm bunları tek tek bölümlendirir. Bunlar aslında her zaman için para aracının kullanımına göre oluşmuş değerlerdir. Yani paranın benliğe ya da benliğinin paranın kullanımına emilmesi söz konusudur.
Paranın ahlaki değerleri tayin etmesinin yanında, paranın suçu örtmesi, bir bedel olarak zararın telafisini yapması, satın alması yetkisi de var. Buna en net örnek, para cezasının gelişmesidir. Bu durumun en tuhaf dışavurumu olarak Simmel, cinayetin kefareti olarak para ödenmesini örnek verir (Simmel 346). Katilin para karşılığı kefareti olarak tanımlanan wergild kavramını detaylı sorgulamaya alır. “Paranın oynadığı aynı rol, para cezasının sadece insan öldürme için değil her türlü suç için geçerli olduğu durumlarda da görülür” (Simmel 347). Paranın rüşvet olarak kullanılması doğrudan suç iken, paranın suçu satın alması mübah bir forma bürünmüştür. Paranın hep bir şeyi satın alması, para yüzünden suç oluşmasına sebebiyet vermekle beraber, paranın bizzat kendisi suçun yerine de geçebilir, suçu satın alarak, ortadan kaldırır. İnsanın yaşamının da parasal bir değeri olmasından yola çıkarak paranın hayatın fiziksel oluşumlarının dışında, onuru, özgürlüğü de alabilen bir yapıda olduğunu görürüz. Kişisel, soyut, somut her değere boyun eğdirebilir. Çünkü para her şeyle mübadele edilebilir. Onun mübadele edilebilme kapasitesi, kabiliyeti diğer tüm araçlardan üstündür. İşte bu noktada para bu marifetinden dolayı amaç olması yanılgısı taşır. Sıkça bildiğimiz üzere “para için değer miydi?” sitemi ile kullanılır, lakin bu hatalı bir kalıptır. Çünkü para için değer mi değil, para bir değer mi diye sormak gerekir. Paranın değeri, değerlerle değiştirilebilmesidir. Parayı bizzat para için değil, hep bir başka şey için isteriz. Para bu sebeple gerçek bir araçtır. O kadar kuvvetli bir araçtır ki, amaç algısını bile satın alabilir.
OYUN!
Suçla olan ilişkimizi en çok para ile tesis ederiz. Peki, bu iki kavram nasıl hayat formumuzun bu kadar içinde yer alır? Bu sorunun cevabı “mübadele”dir. Hayat mübadele formunda devam eder, sürekli bir şeyler yer değiştirir, bu hareket devamlılığı oluşturur. Bizim en kuvvetli mübadele aracımız da para olduğu için, para suça da kaynak oluşturur. Peki, biz bu mübadeleyi gerçekleştirmeyi nasıl öğreniriz, hayata içkin bu eylem varoluşumuza nasıl yerleşir, nasıl hepimiz alışverişi, dengeli ya da dengesiz olsun ama o karşılıklılığı biliriz, nasıl bir şekilde birisi anlatırken diğerleri dinleyen, biri öğretirken diğerleri öğrenen olarak konumlanır. Müsaadenizle, felsefesini yapmayı teklif edeceğimiz kavramımızda şimdi sıra: "Oyun”.
Kolektif bir yaratıyı değerlendirmek için, suçun ve paranın felsefesini yapmalıyız iddiamız, kendisini bir oyun felsefesi söyleminde somutlaştırır. “Suç”, “para” ve “oyun”, hayatın kesişen yollarıdır. Paranın bir araç, suçun bir sonuç olduğu bu hikâyenin ânı, alanı “oyun” dur. “Oyun”, yaşam yöntemidir. Bu sebeple “suç” ve “para” kavramları bu oyunun üzerinde yerini bulurlar. “Suç”, “para”, “oyun” üç kavram da çok eskiden beri var olmalarının bir sonucu olarak anlamlarında çok çeşitlilik barındırırlar. Orta Asya’da Şamanların adlarından birisinin hatta Şaman törenlerine doğrudan söylenen adlardan birisinin bile oyun olduğunu iddia edilir (And 25). Eski olması, yani tarihi olarak bir varlık göstermesi, bir kültür okumasıyla özdeşleşir. Yani bir “suç”, “para”, “oyun”, bu kavramlar nasıl gelişti, nasıl şekillendi, şeklinde. Lakin yine de oyunların kültür ilişkisi değerlendirilirken, bu konuda ki devrimci Johan Huizinga’dır,
Huizinga (7 Aralık 1872-1 Şubat 1945), Homo Ludens: Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme adlı eserinde “Her şeyden önce oyun vardı” der, oyunun her şeyin kökeninde, öncesinde olduğunu savunmak üzere kanıtlar sunar. Oyun kültür ilişkisinde, etken olanın oyun olduğunu, kültürün oyundan dönüşen bir şey olduğunu aktarır. “İnsan uygarlığı genel oyun kavramına hiçbir temel özellik katmamıştır” sözleriyle oyunun aslında bir araç olmadığını belirtir, çünkü araçlar aslında evrime tabidir (16). Oyun bizatihi bir amaç olarak vardır. Bu sebeple o kendinden dönüşülen kavramdır. Oyun felsefesine alan açtığımızda oyunların insanlar tarafından türetilmediğini görürüz. Hiçbir insan davranışını gözlemlemeyen hayvanlar da oynadığını keşfeder. Bu sebeple oyunda, bağımsız bir unsurun oynamakta olduğunu gözlemleriz.
Bu noktada günlük hayatta var olan şeylerin küçük birer minyatürü formunda olan masa oyunları bir soru olarak karşımıza çıkar. Bu anlamda öncelikle oyun her şeyin kökeninde olan, genel zeminin hareket alanının adıdır. Bu alanda sürekli bir oyun biçimine içkin mübadele, yani hamleye karşı hamle söz konusudur. Para da bu mübadele ile var olan bir araç olduğu için bütün hayata yayılabilmiştir.
Oyun bir kez oynandıktan sonra, belleklerde manevi bir yaratı veya bir hazine olarak kalmakta, aktarılmaktadır ve her an tekrarlanabilir, ya bir çocuk oyunu, bir tavla partisi veya bir yarış gibi hemen ya da belli bir aradan sonra tekrarlanabilir. Bu tekrarlanabilme olanağı oyunun temel özelliklerinden biridir. Bu olanak yalnızca bütünü itibarıyla ele alınan oyuna değil, aynı zamanda
Oyunun içyapısına da uygulanabilir. Hemen tüm gelişmiş oyun biçimlerinde tekrar, nakarat, birbiri yerine geçen çeşitlemeler, sanki bir zincir veya bir doku oluşturmaktadırlar. (Huizinga 62)
Huizinga oyunun bir düzen yarattığının, düzenin oyuna estetik anlamda haklılık payı veren ana özellik olduğunun altını çizer. Düzen, oyunun değerini oluşturur, işte mübadele yönteminin de bu düzen içinde yerine geçme, tekrarlanabilme iç yapısını oluşturan şey olduğunu söyleyebiliriz.
Bizatihi oyun kavramı, “oynama hâli” kültürden daha eskidir ve kültürler hatta oyunlardan türemiştir. Lakin masa oyunlarını kültür kadar eski, kültürle beraber olarak okuyabiliriz. Masa oyunları kendisi bir anlatım yolu olarak sık kullanılır, bir obje olmanın yanı sıra anlatımın sembolleri olarak da okuması yapılır:
Masa oyunları, evrimleşebilmeleri ve yeni formlara dönüşebilmeleri açısından bitki ve hayvan türlerine benzer. Bu, biyolojik türler ve masa oyunları arasındaki önemli bir benzerliği gösterir. İki durumda da benzer görünümlü 'türler' büyük olasılık benzerliklerini ortak bir atadan gelmelerine borçludur. Açıkçası masa oyunlarının da soyları tükenebilir ve hatta günümüzde oynanmayan ama tarihi kaynaklardan (tamamen veya kısmen) bilinen 'fosil' oyunları da olabilir. Mısır oyunları Tau ve Senet, Çinli Liubo ve daha büyük Shogi (Japon Satrancı) çeşitleri bu tarz fosillerin sadece bir kaç örneğidir ve 36x36 kareli tahta ve taraf başına 400'den fazla parçayla Tai-Kyoku Shogi (Umebayashi 1997), masa oyunlarında brontozor fosilinin karşılığıdır. (Aktaran Koca 8)
PARA VE OYUN
Oyun kültürden evveldir, hatta kültürler oyunların dönüşmüş halidir dedik, peki uygarlıklar nasıl oluşur? Para bir toplumun kültürden uygarlığa geçmesinde vazgeçilmez bir yere sahiptir. Çünkü para, mübadele etme gücüdür. Dereko, kültürden uygarlığa geçiş için toplumun “para oyununu” geliştirmesinin gerektiğini söyler.
Burada bilhassa, maddi değeri dikkate alınmayacak kadar önemsiz olan ve asıl değeri tamamen “itibari” olan para türünü göz önüne alıyoruz. Ticaret, elbette, para icat edilmeden çok önce de vardı. Zira ticaret çok uzun dönemler boyunca, önce mal değiş tokuşu biçiminde, daha sonra altın, gümüş gibi maddi değeri olan malzemeler kullanılarak üretilen parayla yapıldı. Ama insanlık, bütün özü değiştirilebilirlik ve tekrarlanabilirlik olan bir nesneyi icat ettikten sonra ticaretin ne derece hız kazandığını tahmin etmek zor değildir. ( Dereko 38)
Ekonomi döngüsü dediğimiz şeyde bir oyun olmanın bütün özellikleri yer alır. Ekonomi çemberinin merkez noktasında para var. Parayı değiştirmek, parayla oynamak, bizzat oyunun kendisidir. Paranın biçim itibariyle kullanımı bir oyuna dahilliktir. Her türlü para ile kurulan ilişki bir oyuna karşılık gelir. Lakin bununla beraber para konulu oyunlar da bulunmaktadır. Tasoların, bilyelerin, bir şekilde para işlevi gördüğünü söyleyebiliriz oyunda, işlev olarak paraya yakın bir oyunlaştırma söz konusudur. Bir de para ile kurduğumu ilişkinin bizzat oyunun konusu olduğu bir durum var: Monopoly! İşte şimdi tüm bu düşünce birikimi üzerinden tekrar monopoly oyununa dönüyoruz. Monopoly oyununun Magie’nin hayal ettiği refah oyunu versiyonunun değil de, hırs oyunu versiyonunun tutmasının suç ve para ile kurduğumuz ilişki sağlamış olamaz mı? Magie’nin temele aldığı georgism üzerinden iz sürmeye devam edebiliriz.
Henry George’nin (2 Eylül 1839-29 Ekim 1937) Amerikalı bir ekonomist olarak georgism ekolünün temelini oluşturan düşünceleri tasarlar. İlerleme ve Yoksulluk adlı eserinde tekel karşıtı reformlara ve arazi değer vergisine yer açar. Ekonomik görüşü, evrensel toprak vergisinin hükümetten finanse edilmesine kalan paranın da insanlara dağıtılmasından yanadır. Evrensel toprak vergisinin de arazinin kullanışlılığı, boyutu ve konumuna dayalı olarak oluşturulmasını öne sürer. Bu sistem hem toprağı ekip biçmeyi motive eder hem de sermayenin alt sınıflara daha adaletli ulaşımını sağlar. Magie, georginizm öğretilerini içselleştirmek amacıyla anti-monopolist tutumlu oyundan umutludur. Tekelciliğin ekonomik açıdan olumsuzluğunu göstererek arsa değer vergisi kullanımının da çözüm olabileceğini göstermek ister. George’nin İlerleme ve Yoksulluk eserinde vurguladığı “toprağı ortak mülkiyet haline getirmeliyiz” ilkesinin yerleşmesini amaçlar, ama oyunun tekelci düzlemi yaygınlaşır, refah oyunu düzlemi ise zamanla kaybolur.
Nihayetinde kültürden sonra ortaya çıktığını bildiğimiz bir masa oyunudur Monopoly. Doğrudan uygarlığın dertleriyle dertlenmenin bir ürünüdür. Lakin Magie’nin refah oyunu ve hırs oyunu şeklinde sunduğu iki seçenek, bilinen en eski oyunlardan birisi olan Go oyununu hatırlatır. Filozofların satrancı olarak bilinen Go, günümüze kadar değişmeden gelen, tarihi 4000 yıl kadar geriye uzanan bir oyundur. “Go bir düz mantık, kayda değer strateji ve kompleks taktiksel analiz oyunudur. Go bir soyut strateji oyunu olmasına rağmen, savaş, politika, borsa ve hayatın pek çok diğer açısını temsil ettiği söylenir. Asya'da genelde Go’nun hayatı yansıttığı söylenir.”(Koca 44) Go oyununa duran oyuncunun da takınacağı iki tutum söz konusudur, karşı tarafı sıkıştırarak ona dair bir saldırı yöntemini merkeze alarak da oyunu oynayabilirsiniz veyahut enerjiyi saldırmaya harcamak yerine kendi boşluğunuzu büyüterek de oyunu kazanabilirsiniz.
Buraya kadar özetle söylemek istediğim: Nasıl oynadığımız değişirse dünya da değişir! Oyun değişmez ama oyuncu tutumu değişir. Tutum, “irade”, “özgürlük” ve “sorumluluk” kavramlarıyla kendisini şekillendirir.
OYUN! SUÇ! PARA!
“Suç”, “para”, “oyun”u birlikte okuduğum bu çalışmada, karşılaşmamızın ilkin suçla gerçekleştiğini belirttim. Görünenden görünmeye doğru ipi takip ettiğimizde şimdi “oyun”a varıyoruz. Çünkü başlangıçta olan ve alana yayılan varlık kipi aslında “oyun”. “Suç”, “oyun” alanında ortaya çıkan bir sonuç. Suça vardıran en kuvvetli araç ise “para”.
Simmel’e göre toplum “bireyi aşan, fakat soyut olmayan bir yapıdır” (69). Aramızdaki etkileşim ve etkisi somut olarak zuhur eder. Kavramlarımız hep bir diğerinin varlığını zorunlu kılıyor, çünkü ilişkisellik mevcut durum olarak bize bu bağı sunuyor. Diğeri ile ilişkinin tesisinde değerin nasıl inşa edildiğini ise şu şekilde aktarır:
Karşılaştığımız her insan, ona ilişkin doğrudan tecrübemiz açısından sadece ses çıkaran ve jest yapan bir otomattır. Bu görüntünün ardında bir zihin olduğunu ve o zihnin içinde ne türden işlemlerin gerçekleştiğini ancak doğrudan bildiğimiz yegâne zihinsel varlık olan kendi zihnimizle kıyas yaparak anlayabiliriz. Öte yandan, öz-bilgi [self-knowledge] ancak başkalarının bilgisiyle gelişir ve benliğin gözlemlenen ve gözlemleyen bir bölüme ayrılması, ancak benlik ile diğer kişiler arasındaki ilişkinin kıyaslanmasıyla gerçekleşir. Kendimize ilişkin bilgi bu nedenle kendi yolunu ancak başka varlıklarla bulmak zorundadır. Bu varlıkların hayatlarını da ancak öz-bilgiden hareketle yorumlayabiliriz. Nitekim zihinsel fenomenlere ilişkin bilgi Ben ile Sen arasındaki bir etkileşimdir. Unsurların birbiriyle sürekli alışverişi ve değişimiyle her biri bir diğerine göndermede bulunur; ekonomik değerden aşağı kalmayan hakikat bu yolla üretilir. ( Simmel 81-82)
Konuşmak da bir oyundur, oyun öğeleri içerir, dil oyunları dediğimiz şeyde, dilde yer değiştirme gerçekleşir. Oyunun en temel öğesi aslında mübadeledir. Para da en mübadele edilebilir olandır. O kadar güçlüdür ki, suça bile dayanır. Diğer tüm nesneler kendi başlarına da bir şeyi ifade etseler de, para sadece paradır. Paranın en asli fonksiyonu para olmasıdır. Bu yüzden en etkili mübadele unsurudur. O bütün metalar arasında mutlak bir araç olarak hizmet eder (Simmel 151).
Mübadele kavramı paranın hayatımızdaki dolaşım yöntemidir. Mübadele ise Simmel’in ifadesiyle bir hayat formudur. İnsanlar arasındaki ilişkiler mübadele formundadır. İnsanların hayatını şekillendiren, etkileşim türüdür. Tek taraflı görünen ilişkilerde bile pasif kitlenin bir belirleyici etkisi vardır: Konuşan bir siyasi lider, dinleyen kitle, anlatan öğretmen, sınıf… Özetle, her etkileşim bir mübadeledir: “Her konuşma, her duygulanım (reddedilse bile), her oyun, ötekine her bakış” (Simmel 48). Mübadelede bir şeyden vazgeçersin yerini bir şeyle doldurursun. Mübadele hamle yapmaktır, karşılıklı oynamaktır. Yani “değer” ve “mübadele” kavramlarının ikisi de pratik hayatın temelidir.
Öte yandan mübadele, almak ve vermek sürecinin birleşmesinden ibaret de değildir. Bu eylem sırasında üçüncü bir fenomen olarak ortaya çıkar. Bu fenomenin içindeki almak ve vermek süreçlerinin ikisi de eş zamanlı olarak hem neden hem sonuçtur. Bu yüzden mübadele, alma ve vermenin karşılıklı belirlenmesini kapsar (Simmel 57). Burada “homo faber” tanımını hatırlamak gerekebilir. Para, insanın "alet yapan" bir hayvan olduğu ama aynı zamanda "amaçlı" bir hayvan olduğu olgusunun belki de en açık ifadesi ve kanıtıdır (Simmel 188). İnsanın hem alet yapabilmesi ama bir yandan da amaç taşıyabilmesi, o aletleri nasıl kullanacağı hususunda da özne olabileceği anlamına gelir. “Nasıl özne olur?” sorusunun yanıtı da yine bu üç kavramla beraber verilir: “Suç”a “sorumluluk”la; “para”ya “irade” ile; “oyun”a “seçim” ile beraber yeniden bakmalıyız.
Karl Jasper bu yazıda değindiğim metninde suçtan arınmak için yüzleşme sorumluluğu almak gerektiğini belirtir. En korkunç hakikatle dahi yüzleşerek ruhun dönüşümünü ve arınmasını hedefler. Jaspers’in kendimize karşı dürüst olmak vurgusu, bireyin kendi kendisinin sorumluluğunu almasına davettir. İnsan, ancak kendi eyleminin sorumluluğunu alarak kolektif bir suçtaki bireysel değerlendirmesini yapabilir, payını tartabilir. “İnsanın kültür yaratma gücü, tarihin akışı içinde kültüre boyun eğmeye mahkûmdur”(Simmel 10). Bu söylemi insanın araç olan bir şeyin psikolojik olarak amaç olarak düşünmesinden hareketle de destekleyebiliriz ancak günümüzde hakiki olmayan bir şeye boyun eğmek, tıpkı paraya boyun eğmek gibi, özne olan kişinin öznelik sorumluluğuna pranga vurdurmasına sebebiyet veriyor. Oyundan sonra kültürün, kültürden sonra da orijinali korunamamış monopoly oyunuyla da düşünebiliriz elbette. Ama para ölçme aracıdır ve “ölçmenin tamamen göreli olduğunu her zaman akılda tutmak gerekir” (105). “Aslında mutlak anlamda değiştirilemez olduğu iddia edilebilen tek bir hukuk kuralı yoktur, bu kuralların her biri, değişen tarihsel koşulların izin verdiği zamansal bir geçerliliğe sahiptir” (73). Mutlak anlamda değiştirilemez hiçbir kullanım da yoktur. Yani araç ile olan ilişkimiz yinelenebilir, değiştirilebilir, onarılabilir. Simmel, tam da bu noktada özgürlük görevle birlikte var olur diyerek “irade” kavramını ortaya atar. Dünyayı “irade” ile kavrarız. “İrade”, “ödev” ve “umut” gibi bir kategoridir. “Dünyanın sunduğu içerikler nötrken bunu renklendiren iradedir. Zekâ, iradenin [volition] kendisini bağımsız ‘var olma’ya uyarlamasını sağlayan aracıdır ” (429). Sonuçta Simmel “irade” der, Jaspers “sorumluluk”, Kant ise “ödev”. Oysa “oyun”, “hamle” der. “Hamle”, “seçim” yani “özgürlük” demektir. Gönüllü bir eylem olan “oyun”, bizatihi olarak özgürlükle özdeştir. Bütün kuralları, düzeni yapısı olması özgürlüğe ters değil, bilakis özgürlüğün imkân alanıdır.
Bizler mübadeleyi kaldıramayız, çünkü mübadele ilişkidir, ama neyi nasıl yapmalıyız ki suç oluşmamalı diye sorabiliriz pekâlâ! Şunu kabul etmek gerekir ki, “suç” bir sonuçtur, ansızın ortaya çıkmayan, bir tercih sonrası gelen sonuç. “Suç” her zaman bir tercih olarak kalacaktır. Lakin birey suç karşısında sorumluluk aldıkça, belki başka şeyleri de tercih etme eğilimi artabilir. Bu sebeple, Jaspers’in suç felsefesi kendi içinde bize çözüm olarak “sorumluluk” kavramını armağan eder, Simmel’in para felsefesi kendi içinde “irade” kavramını armağan eder, aynı şekilde oyun felsefesinde de “hamle/seçim” hakkından ötürü “özgürlük” kavramının bir armağan olduğunu çıkarsayabiliriz. Yani bu üç kavramın felsefesini yapmak, kendilerini dengeleyecek üç kavram verir bize. Suçu ancak sorumluluk kavramıyla karşılar, en önce sorumluluğumuzun ne olduğunu, oluşan suçta payımızı, veyahut yapmadan önce eylemimizi değerlendirme sorumluluğunu alırsak, paranın boyunduruğu altına girmek, nesnenin hükmünde kaybolmak yerine, irademiz dâhilinde bir araç olarak kullanırsak, tüm bu oyun alanında her şeyi belirleyemesek de bir “oyuncu” olarak hamlelerimizi belirlerken özgür olduğumuzu kabul edersek, belki o zaman nasıl oynadığımızı değiştirebilir, “oyun” üzerinde değil, kendi “oynama tutumumuz” üzerinde “sorumluluk” alarak refah oyununu deneyebiliriz.
Soruların eşliğinde oluşturduğum bu metni, sorularla bitireyim, Simmel’in Para Felsefesi eserine “Bu gerçekten benim kitabım” demesi gibi ben de okurlara soruyorum: Ne gerçekten bizim oyunumuz? Ne gerçekten bizim sorumluluğumuz? Ne gerçekten bizim özgürlüğümüz?
Kaynakça
And, Metin. Oyun ve Bügü: Türk Kültüründe Oyun Kavramı, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1974.
Aytaç, Duygu. “Monopoly’nin Mucidi Bir Kadındı, Amacı Başkaydı”. 5 Harfliler. Web. Eylül 2015.
Elmas, Bekir ve Salih Aydın. “Geçmişten Günümüze Paranın Tarihi: Fiziki Paradan Kripto Paray”. Muhasebe ve Finans Tarihi Accounting and Financial Araştırmaları Dergisi, Özel Sayı, 2021: 253-264.
Golladay, Sonya Mussier. “Akıllı Alfonso'nun Oyunlar Kitabı'nın Resimli Dünyası”. P Dünya Sanatı Dergisi, 33, Oyun ve Sanat özel sayısı, (Güz 2003): 60-78.
Huizinga, Johan. Homo Ludens: Oyunun Toplumsal Bir İşlevi Üzerine Bir Deneme. Çev. Mehmet Ali Kılıçbay. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2000.
Jaspers, Karl. Suçluluk Sorunu: Almanya’nın Siyasal Sorumluluğu Üzerine. Çev. Emre Zeybekoğlu. İstanbul: İthaki Yayınları, 2015.
Kowalskı, Wladyslaw Jan. “Eski Yunan’dan Çin’e Antik Çağ Oyunları”. P Dünya Sanatı Dergisi, 33, Oyun ve Sanat özel sayısı, (Güz 2003): 6-29.
Koca, Mürsel. Masa Oyunu Kavramının Araştırılması ve Seramik Uygulaması. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Sakarya: Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2016.
Simmel, Georg. Para Felsefesi. Çev. Yavuz Alogan ve Öykü Didem Aydın. İstanbul: İthaki Yayınları, 2014.