İki temel bakış açısı var; biri daha eskide kalmış olan tıbbî model. Bu yaklaşım engelliyi hasta olarak görüyor, mesela tekerlekli sandalye ile bir çocuk okula gidemiyorsa, tedavi olsaydı da gitseydi diyor, sorumluluk tamamen engellide.
İki temel bakış açısı var; biri daha eskide kalmış olan tıbbî model. Bu yaklaşım engelliyi hasta olarak görüyor, mesela tekerlekli sandalye ile bir çocuk okula gidemiyorsa, tedavi olsaydı da gitseydi diyor, sorumluluk tamamen engellide. Gayet katı bir yaklaşım! Bunun karşısında sosyal model var, o daha insanî yaklaşıyor diyebiliriz, sorumluluğu topluma veriyor. Engelliyi bir engelsiz gibi yaşatacak olan toplumdur, diyor. Biz hala tıbbî modelde yaşayan ama kendimizi sosyal modele doğru geliştirmeye çalışan bir ülkeyiz.
Haziran ayı konuğumuz akademisyen yazar Ayfer Gürdal Ünal’dı. Türk Çocuk Edebiyatında Engellilik ismiyle kitaplaştırılan yüksek lisans tezi üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Ayfer Gürdal Ünal, 1953 yılı İstanbul doğumlu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesinin ardından, İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesinde lisans eğitimini tamamlar. Eğitim hayatına tam 22 yıl sonra, bu kez Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde yüksek lisans yapmak üzere döner. Kendisi 2007 yılından beri aynı üniversitede, bugün birlikte söyleşi yaptığımız bu güzel kampüste; Okul Öncesi Öğretmenliği Bölümü altında “Çocuk Edebiyatı” dersleri veriyor.
Tamamı çocuk edebiyatı ürünü olmak üzere kaleme alınmış 13 özgün eseri var. Bugün üzerine söyleşi gerçekleştireceğimiz kitabı ise bunların dışında. Türk Çocuk Edebiyatında Engellilik 1969-2009 ismini taşıyan yüksek lisans tezi, sohbetimizin odağında olacak.
Merhaba Hocam, bizleri kırmayarak söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ediyorum. İnsanın eski öğrencisiyle yeniden karşılaşıp böyle bir ortamı paylaşması çok güzel.
Sadece çocuk edebiyatında değil, yetişkinler için üretilen edebiyatta da üzerinde çok fazla durulmayan bir konu engellilik. Siz tezinizde, 1969-2009 yılları arasındaki 40 yılda yayımlanmış, 40 anlatıya odaklanıyorsunuz. Öncelikle bu konuyu tercih etme sebebinizi öğrenebilir miyiz?
Söylediğiniz gibi ben geç bir yaşta yüksek lisansa döndüm; başladığımda elli dört yaşındaydım, tezi tamamladığımda elli yedi. O yaşta bir şey üretmek istediğinizde, diyorsunuz ki; emek vereceksem faydalı bir iş için olsun. Faydalı olacağına inandığım konu benim için engellilikti, çok az çalışılmış bir konuydu çünkü. İçine girdikçe niçin insanların uzak durduğunu da anladım; bir kere insanın ruhuna ağır gelen bir konu. İkincisi kitaplara ulaşmak çok zor… Bizim kütüphanecilik sistemimiz içinde; “Bana içerisinde engelli karakteri olan kitapları sıralayabilir misiniz?” diyemiyorsunuz. Sizin tek tek nadir kitap satan dükkânlardan, sitelerden bulmanız gerekiyor. Ulaşabildiğim kırk kitap oldu, belki kırk bir taneydi de ben ulaşamadım. Kırk yılda kırk kitap olması da hem çok ilginç bir tesadüf hem de konu üzerine ne kadar az yazıldığının bir göstergesi.
Bu kırk yıl içerisinde, Türkçe çocuk edebiyatındaki engelli temsillerinin; pasiften aktife, içten dışa doğru geçirdiği bir dönüşümün altını çiziyorsunuz. Tezinizi okumayanlar için bu dönüşümü nasıl özetlersiniz?
Bu kırk yıl içerisinde engelli algısı çok değişiyor. Kırk yıl önce; “zavallı, hiçbir işe yaramayan, acınası ve alay edilen” engelliler varken zaman içinde “hayata karışmış, engelsizlerle eşit şekilde konumlandırılan” engelli karakterler görmeye başlıyoruz. İlk örneklerde hep evin içinde, pencere ardından sokakta oynayan çocuklara bakarken görülüyor engelliler. Sonra değişiyor bu; Zeynep Cemali’nin Patenli Kız isimli bir kitabı var, işitme engelli karakterini paten üzerinde gösteriyor. Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneğinden iki sene önce en iyi resimli kitap ödülünü alan bir eser var sonra: Şuşu, Can ve Dörtteker. Bisikleti ve tekerlekli sandalyesi olan iki ayrı çocuk, parkta eşit bir şekilde eğlenirken görülüyor bu kitapta. Engellilerin bu kırk içerisinde evden sokağa çıktığını, yani içten dışa, pasiften aktife doğru bir dönüşüm geçirdiği gösteriyor örnekler.
Meselenin teori kısmını tartışırken farklı engellilik model ve kuramlarından bahsediyorsunuz. Bundan sonra tartışacaklarımızın anlamlı olması için seyircilerimize bu model ve kuramlardan kısaca bahsedebilir misiniz?
İki temel bakış açısı var; biri daha eskide kalmış olan tıbbî model. Bu yaklaşım engelliyi hasta olarak görüyor, mesela tekerlekli sandalye ile bir çocuk okula gidemiyorsa, tedavi olsaydı da gitseydi diyor, sorumluluk tamamen engellide. Gayet katı bir yaklaşım! Bunun karşısında sosyal model var, o daha insanî yaklaşıyor diyebiliriz, sorumluluğu topluma veriyor. Engelliyi bir engelsiz gibi yaşatacak olan toplumdur, diyor. Biz hala tıbbî modelde yaşayan ama kendimizi sosyal modele doğru geliştirmeye çalışan bir ülkeyiz.
Sosyokültürel kuramlara gelince… Damga kuramında farklı olan damgalanıyor; bu kişi engelli olabilir, başka bir ırktan olabilir, farklı bir cinsî eğilimi olabilir. Bu damgalanma da beraberinde dışlanma ve alayı getiriyor. Kir kuramında ise Afrika yerlileri inceleniyor. Orada bir çocuk engelli doğduysa nehre, dereye bırakıyorlar mesela. Onu, alıştıkları düzeni, normali alt üst eden bir leke gibi görüyorlar. Bunun karşılığını edebiyatta da buluyoruz aslında. Kemalettin Tuğcu’nun bir romanında, yüzü güzel olmayan bir çocuk o güzel aileyi bozduğu gerekçesiyle köye gönderiliyor.
Bir de Foucault’nun “Biyo-iktidar ve İtaatkâr Bedenler” kavramı var. Burada muktedir beden, engellinin bedeni üzerinde söz hakkı buluyor kendisinde, yaşam alanını sınırlamaya başlıyor. Hitler’in toplumdaki engellileri yok etmesinde bu bakışı açıkça görüyoruz. İncelediğim kitaplardan birinde, bir engelli kız ameliyat olup olmamak konusunda kararsız mesela, arkadaşı da diyor ki: “Tabii ki ameliyat olmalısın, böyle kalacağına öl daha iyi!” Böyle bir yargıda bulunmayı, muktedir bir beden olarak kendine hak görüyor çünkü.
Tezinizde, şimdiye dek tüm edebiyat ürünlerinde söylenegelmiş sekiz ayrı engelli kalıbından bahsediyorsunuz. Engellilik konusunu işleyen iyi ve doğru bir çocuk kitabı nasıl olmalıdır? Bu kalıplardan, olmaması gerekenden hareketle iyi kitabın tanımını yapabiliriz.
Bu sekiz kalıptan biri, engellinin acınacak halde temsil edilmesi. İyi bir kitap katiyen böyle olmamalı. İkincisi; engelliyi mağduriyet nesnesi kılanlar; Fareler ve İnsanlar’daki Lenny gibi. Üçüncüsü; kötücül karakter olarak çizilenler, bunun örneklerine daha çok masallarda rastlıyoruz. Peter Pan’ın Kaptan Kanca’sı buna örnek verilebilir, bir eli yoktur ve son derece kötü bir karakterdir. Sonra engelli karakterlerin atmosfer olarak kullanıldığı anlatılar var. Başkahramanın ne kadar iyi bir insan olduğunu vurgulamak için engelli araç olarak kullanılmış. Alay nesnesi olarak sunulan engelli temsiller var, kendine acıyan engelli tipleri var. Bizim edebiyatımızda ben kendine acıyan engelli temsiline çok az rastladım, kırk kitapta sadece birkaç örnek vardı. Yurtdışında üretilmiş metinlerde bunun örneği daha çok. Yük olarak temsil edilen engelli örnekleri ise bizde daha çok. Sekizinci kalıp tip de tecrit edilmiş olarak sunulan engelliler. Ya aile utandığı için eve kapatıyor ya da kimse ruhî problemleriyle ilgilenmediği için engelli kendi kendisini tecrit ediyor.
Peki, iyi bir eserde ne arıyoruz biz? Bir defa engelli kahraman ne çok iyi olacak ne çok kötü; kıskançlığıyla, şefkatiyle çokboyutlu bir karakter olacak. Anlayışa muhtaçmış gibi yansıtılmayacak, bir başka karakter için araç olarak kullanılmayacak. Engelsiz okur bu kitabı okuduğunda, kendi davranışları üzerine düşünecek; ben acaba engellinin yaşamını kolaylaştırıyor muyum, zorlaştırıyor muyum diye. Eser engelli okura da bir umut sağlayacak. İlla ki mutlu sonla bitmek zorunda değil. Engellinin yataktan kalkıp bir anda yürüdüğü mucizevi bir son değil, gerçekçi bir sonu olmalı. En hayati faktör; eser, edebî ölçülerden ödün vermeyecek. Okur, iyi bir edebiyat eseri okumanın hazzını duyacak.
Bu konu üzerine dünya çapında yapılmış araştırmalardan bahsettiğiniz bir bölüm var kitabınızda. İspanyol bir araştırmacı, kendi edebiyatlarında bu konunun ihmal edildiğini söylüyor. İranlı bir araştırmacı, çok az engelli karakter gördüğünden dert yanıyor. Sizce Türkçe çocuk edebiyatında durum nedir? Alana hâkim ve bu alanda üretim yapan, içeriden biri olarak; çağdaşlarınızın bu konuya ilgisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Az, az, az, maalesef çok az… Resimli kitaplarda neredeyse bu konu hiç yoktu. Benim tezi bitirdiğim sene, 0-6 yaş arası için üretilmiş hiç eser yoktu. Çok şükür ki sonra üretilmeye başlandı, tercüme eserler gelmeye başladı, mesela Erdem Yayınlarının böyle bir dizisi var. Sonra 8-12 yaş arası için üretilen eserlerde de sayı epey arttı; Sevim Ak’ın hem Horoz Adam ve Korsan hem de Gökkuşağı Yazı’nda engellilik vardır mesela. İdeal yazına doğru ilerleyişimize bir not vermem gerekirse on üzerinden yedi, yedi buçuk arasında kalırım. Tabii yine de eskiye göre çok olumlu bir yerdeyiz.
Tezinizde, büyük bir keyifle okuduğumuz bölümlerden biri de “Dil ve İdeoloji”. İyi niyetle üretilmiş metinlerde dahi dilin, derinlerdeki “sağlıklı insan, üstün insandır” bakışını ele verdiğine değiniyorsunuz. Verdiğiniz “tekerlekli sandalyeye mahkûmdu” örneği bu noktada çok çarpıcı. Bu cümlenin, muktedir bir bedenin ürünü olduğunu söylüyorsunuz. Çünkü tekerlekli sandalye, sağlıklı bedenler için bir mahkûmiyet. Engelliler içinse engelleri ortadan kaldıran bir araç, özgürleşme alanı. Bu dil meselesini, dilin ele verdiklerini biraz açmanızı isteyebilir miyiz?
Benim tezi yazarken en çok dertlendiğim konu buydu; niçin engellinin dilinden, onun iç dünyasına eğilen, ben anlatıcı diliyle yazılmış eser yok. Ya bir tane ya iki… Benim vardığım sonuç şu; yazar kendisi engelli olmadığı için ben diliyle yazmaya çekiniyor. Ya da şöyle düşünüyor; benim kitabımı engelsizler de okuyacak bir engelli ile özdeşleşme problemi yaşarlar mı, kitabım az okunur mu…
Sağlıklı bedenler yazdığında da bazen şöyle tablolarla karşılaşıyoruz; tezimde de verdiğim bir örnek var: Öğretmen, yürüme engelli öğrencisi için sınıfın yerini değiştiriyor, alt kata taşınacaklar. Öğrenciler sıraları taşıyor ama bir yandan da mutsuzlar, zor geliyor. Onları ikna etmek için diyor ki; “Niçin böyle yapıyorsunuz? Arkadaşınıza yardım etmek zorundayız. O yürümesini bile beceremiyor.” Burada hem “bile” hem de “becerememek” çok önemli kelimeler. Bu cümle yazarın bir ideolojisi olduğunu, onun iç dünyasındaki bakışı ortaya koyuyor aslında. Asırlardan beri söylenmiş sözlerde de rastladığımız bir şey bu. Bir atasözü örneği vereyim: “Gördün sakat, kapıyı kapat.” Ya da engelliyi betimlemek için “zavallı, bedbaht” deniyor. Bunu okuyan çocuk şöyle düşünüyor: “Demek ki ben bir engelliyi görünce ağlamalıyım.” Metinleri bunlardan, pejoratif sıfatlardan, topal, çolak gibi damgalayıcı ifadelerden kurtarmalıyız. Yazar bunun ne kadar incitici olduğunu fark edip kitabında kullanmadığında, çocuklar da sokaklarda kullanmayacaktır.
Hocam, tezinizde alıntıladığınız kötü bir şiir örneği var. Onun niçin kötü ve hatalı olduğunu tartışarak söyleşimizi tamamlamak istiyoruz. Altını çizdiğiniz noktalar sayesinde, engelliliğe dair kitap okuyan sıradan okurun bilinçli bir okura dönüşebileceğinize inanıyoruz çünkü. Konuştuğumuz dil ve modeller bağlamında bu örneği değerlendirebilir misiniz?
Bu şiir Melike Türkan Bağlı ve Yasemin Esen editörlüğünde insan haklarına duyarlı ders kitapları için Tarih Vakfı Yayınlarının araştırmasından alındı:
“Bir eksikliktir sakatlık
Yaşam boyu duyulan
Sakatı hor görme, nerede görsen tut elinden, anla dilinden
Yabana atma, derdine bir dert de sen katma”
Buradaki problem birden fazla: Bir defa sakat kelimesinin yanlışlığı üzerinde uzun uzadıya durmayacağım, sakatlığı bir “eksiklik” şeklinde tanımlamak başlı başına yanlış. Biz eksiklik değil, farklılık bakış açısıyla yaklaşmalıyız. Bunu okuyan çocuğun zihnine yazar “bu eksikliği yaşam boyu duyacak” şeklinde giydiriyor. Sonra “sakatı hor görme” diyor; hor göreceğini varsayıyor. Belki de çocuğun zihninde hiçbir önyargısı yok, niçin onun aklına bunu bir zehir gibi sokuyorsun? “Nerede görsen tut elinden.” Hayır, engelliler elinden tutulmak istemiyor! Benim Sercan isminde bir arkadaşım var, görme engelli. Hepimizden çok daha hızlı yürüyor. Diyor ki; “Bu otobüs Şişli’ye gidiyor mu diye soruyorum, biri tutuyor beni kolumdan bir otobüse bindiriveriyor. Bilmiyorum ki nereye gidiyor o otobüs. Hâlbuki tek bir şey istiyorum, ‘evet gidiyor, hayır gitmiyor’ diye bana cevap versin.” Bir engelli tarafından birebir duydum ki “tut elinden” onun isteyeceği bir şey değil. Bizim çocuğun zihnine bu olumsuzlukları yüklemeyecek örneklere ihtiyacımız var. Böyle örneklerin de ders kitabından ayıklanmaya ihtiyacı var!
Burada söyleşimizin sonuna geldik, Ayfer Hocamıza böyle güzel bir akşamüstünü bize ayırdığı, sohbet etme ricamızı geri çevirmediği için çok teşekkür ediyoruz.