Dosya

Çocuk Edebiyatında Hangi “Öteki”?

Damgalanan bireye daha az değer verilir, toplumda varlığı pek istenmez hatta insan gibi algılanmaz.

Öteki konusunda sosyal bilimlerde ilk akla gelen isim şüphesiz Michel Foucault’tur. Foucault’un yaptığı delilik-normallik sorgulaması, okuyucuda "normal olanın güçlü olan tarafından belirlenen bir tanım olduğu, başka bir iktidarda ise bugün anormal olarak işaret ettiğimiz durumların normal kabul edilebileceği" şeklinde bir fikir oluşturur. Erving Goffman ise bu tanımlamayı yapan ve iktidarı oluşturan toplum üzerinde durur.  Normal olarak algılanan baskın grubun toplumda kabul gördüğünü, bu normalliğin dışında kalanın damgalandığını ve istenmediğini anlatır. Damga kuramı dediğimiz bu kuramın; sahip olunan nitelikler ve toplumda kabul edilmiş değerler arasında özel bir ilişki biçimi olduğunu ve bu ilişki biçimi olumsuz olduğunda yani toplumun normal kabul ettiği değerler ile sahip olunan nitelikler uyuşmadığı zaman damgayı ortaya çıkarttığını söyler (Ünal 28).

Damgalanan bireye daha az değer verilir, toplumda varlığı pek istenmez hatta insan gibi algılanmaz. Sahip olunan niteliğin özelliği ya da iyiliği kötülüğü tartışılmaz; toplumda kabul edilmiş değerlerden olmaması, istenmeyen bir şey olmasına yeter sebeptir. Üstelik ötekilik edebiyatta damgalanan bireyler temsili ile karşımıza çıksa da sadece bununla sınırlı da değildir. Ötekiliğin tartışıldığı, ötekileştirme yapılan ve ötekinin kendisinin konuştuğu ya da ötekiliğin tamamen reddedildiği anlatılar da mevcuttur. O zaman “Çocuk yazınında öteki” diye taramadan önce bir “öteki okuma rehberi’’ oluşturalım.

 

Öteki Rehberi

Çocuk, metne sosyolojik arka planla değil günlük hayatta bildiği öteki ile yaklaşır. Günlük anlamdaki “öteki” sözlük karşılığı ile şu şekilde bilinir:

1. Bahsedilen veya benzeyen iki nesne yahut kimseden önem veya yer bakımından uzakta olanı. Karşıtı: Beriki.

2. Bahsedilenden, bilinenden başka, öbür, diğer. (Kubbealtı Lugatı)

Sözlükteki bu karşılığından ilk çıkaracağımız anlam “beriki”nin varlığıdır. Ötekinin olması berikinin olmasının bir sonucudur. Peki, birini beriki diğerini öteki kılan nedir? Yaş, boy, cinsiyet, dış görünüş?

Çizgili Pijamalı Çocuk kitabının başkarakterlerinden Bruno ve Shmuel; tıpkı ikiz gibi aynı tarihte doğdukları halde aralarına giren bir tel örgü ile birbirlerinden ayrılır. Hem de altından kolaylıkla geçilebilecek bir tel örgü ile. Öyle ki bu durum Bruno’nun babasının “Biz üstünleriz; onlar insan bile değil.” demesine sebep olur (53). Bir tel örgü, altıparmak ya da kalın gözlükler nasıl bir insanı “aşağı” ya da farklı yapabilir? Bu noktada sorun “ben ve başkaları” ayrımında gözüküyor. Tıpkı Çıtır Çıtır Felsefe’de Brigitte Labbé ve Dupont Beurier’ın küçük hikâye ve yaratıcı soruları ile anlattığı gibi. Brigitte Labbé, okuyucuya; “Ben kimim? İnsan olmak ne demek? Ben olmayan kim?” şeklinde sorular sordurtarak, tek bir insan tipi olmadığını, binlerce farklı insan biçimi olduğunu ve bunu anlayıp farklılıkları keşfetmeye çalışmamız gerektiğini söyler: “Eğer bunu anlamazsak, sonuçta dünyanın ‘gerçek insanlar’ ve öbürleri –yani sahte insanlar ya da alt insanlar- olarak ikiye ayrıldığına inanırız. İnsanlık ailesinin çok iyi ırklar, alt ırklar şeklinde bölündüğünü sanırız. Böyle düşünenlere ‘ırkçı’ denir.” (Labbé 11). Bu noktada Labbé; insanları doğar doğmaz kümelere ayıran bir insan doğasının bulunmadığını, yaşadıkları topluma ve kültüre göre bir şekil alarak “biz” in içinde bulunduklarını ama isterlerse bu “biz”i reddedip kendi oluşturduklarıyla var olabilecekleri bir ‘’ben’’i yaratabileceklerini söyler, söylettirir. Ötekiyi bir felsefe tekniğiyle ele alarak çocuk edebiyatında yeniden konumlandırır. Okuyucuyu ise farklılıkları yargılamaya değil, keşfetmeye çağırır.

Peki, o zaman kimdir öteki? Benim dışımda herkes başkası ise, ben de başkaları için başkası, yani ötekiysem, o zaman her an herkes öteki olabilir. Öyleyse sorularla ‘’öteki’’yi sorgulayarak devam edelim.

 

1.Soru: Öteki olmaya sebep olan farklılık, bir çeşitlilik midir yoksa kusur mudur?

Labbé farklılığın çeşitlilik olduğunu söylediğine göre önce şu farklılıkları belirleyelim. Pedro Mañas’ın Ö.T.E.K.İ eserinde göreceğimiz gibi farklılıklar o kadar çok ve kişiye özeldir ki aslında sayılamayandır. En temel haliyle belirlenen farklılıklarsa; fiziksek farklılıklar, yaşam tarzı farklılıkları, fikir farklılıkları, ırk farklılıklarıdır. Fiziksel farklılıklar çabuk kendini belli eden ve kolay damgalanandır. “Sakat”, “dört göz”, “zürafa kız”, “şişko” gibi fiziksel olarak engellilikle bağdaştırılan alaycı söylemlerin yanında en ufak farklılığı vurgulayan söylemler bile insanlar arasında ayrıma yol açar. Ö.T.E.K.İ.’de Jakop’un söylediği gibi, “İlk gözlüğü beş yaşında takmıştım. İşte o andan itibaren Jakop Braun olmayı bıraktım. Bana yeni bir isim takıldı: Dört göz. Ve bunun tek suçlusu önemsiz bir gözlük” (48). Öte yandan yaşam tarzı ve fikir farklılıkları; toplumun belirlediği cinsiyet, iş, ev, aile gibi kalıpları reddedip kendisine bir hayat belirleyenler, fiziksel olarak bir ‘’kusurları’’ olmasa dahi insanlardan farklı düşündükleri için yine “öteki” olarak damgalanırlar. John Boyne, Yanlışlıkla Dünyanın Öbür Ucuna Uçan Çocuk kitabında bize bu tip farklılıkları sunar.

Irk farklılıkları; Labbé’nin eserinde, eskiden Kızılderililerin insan olup olmadığının tartışıldığı dönemlerin arkada kaldığını belirtir. Oysaki günümüzde -tamamen olmasa da dolaylı olarak- ırk tartışmaları devam etmekte. Çünkü Suriye savaşından sonra her yana dağılan sığınmacı ve mültecilerle birlikte dengeler değişti, aşıldığını sandığımız bir takım sorular tekrardan sorulmaya başlandı. İnsan oldukları şüphesizdi ama ait olmadıkları bir ülkede o ülkenin insanları gibi yaşamaya hakları var mıydı? Ya da iyi okullara gitmeye, temiz giyinmeye? Bu noktada sığınmacı ve göçmen konulu birçok eser de yerleşik olan ve sonradan gelen yani ev sahibi-kiracı ilişkisi üzerinden beriki-öteki ikiliğini yeniden kurguluyor. Çabuksığınlar ve Çizgili Pijamalı Çocuk eserleri bu ikiliği en alt ve en üst sınırda gösteren metinlerden sadece ikisi.

 

Hangimiz Çabuksığın’madık?

Jean-Claude Grumberg’in kaleminden yeri yurdu olmayan müzisyen bir ailenin başından geçenlerin anlatıldığı Çabuksığınlar eseri başkalarının değil herhangi birimizin hikâyesi olarak okunduğunda sığınmacı, yer edinememe durumu metaforu etrafında şekillenen insanın hayata tutunma, bir diğerine kendini tanıtma ve bir tür kabul ettirememe hikâyesi belirir. Anlatıcı eserde öteki olan Çabuksığınları birbirinden o kadar zıt ve yeryüzünde olabilecek bütün özelliklerle birlikte tasvir ederek, aslında herkesin çabuksığınlar yanını vurgular. Bu noktada her bir okur kabul edilemeyecek nev’inden çizdiği sınırlarına kurallarına uyamadığımız ülkelerin çabuksığınlarına dönüşür. Bu noktada şu soruyu sordurtur altan alta, “Çabuksığınların mı ülkesi, yeri, kimliği belli değil; yoksa içimizde bir tarafımız hep çabuksığın mı?”. Yani hiçbir yere ait olamayan ve sığamayan, sırf kendi olduğu için bir yerlerden kovulan bir taraf hikâyesi. Çabuksığınlar; Romenler, göçmenler, mavi gözlü, kara gözlü, siyah, beyaz bin bir sebeple dünyanın istemedikleri mi, yoksa bizim bir tarafa kabul ettirip diğerine kabul ettiremediğimiz sığdıramadığımız kendimiz mi? Aslında kim bu çabuksığınlar ya da hangimiz Çabuksığınmadık ki?

 

Çizgili Pijamalı ve Çizgili Pijamalı Olmayan Çocuklar

Aynı tarihte doğan Bruno ve Shmuel’in en büyük farkları ırkları. Shmuel, Polanyalı, Bruno ise Alman. Ama bu fark; Bruno’nun tel örgünün bu tarafında üst düzey asker babasının yanında ailesiyle ve hizmetçilerle dolu bir evde yaşamasına, Shmuel’inse tel örgünün diğer tarafında binlerce insanla tıkış tepiş aç susuz, banyosuz, annesinden ayrı yaşamasına bir açıklama getiremez. Dokuz yaşında üst düzey rütbeli bir komutanın çocuğu Bruno’nun belki de en büyük keşfine tanıklık ettiğimiz bu kitapta, Bruno’nun anlamadığı, anlamlandıramadığı gerçeği içten içe anlamasını istemeyerek okuruz. Çünkü çocuğun dünyasında öteki yoktur; Shmuel bir insan, bir çocuk ve en önemlisi onun bir oyun arkadaşıdır. Tel örgü bunu nasıl değiştirir de babasının: “O insanlar… şey, onlar insan değil Bruno.” (53) demesine sebep olabilir? Boyne bu eseriyle soykırıma yol açan tarihsel bir öteki vakasını, ne Polonyalı ne de Almanyalı olduğuna anlam yüklemeyen, birbirlerini arkadaş olarak görebilen iki çocuğun gözünden anlatır. Öteki’ni insan olarak görmemenin bitmez tükenmez bir hırsın ürünü olduğunu gösterir.

 

2. Soru: Farklıklarımızı paylaşmalı mıyız?

Karin Karakaşlı’nın Dört Kozalak romanının karakteri Osman Hoca’nın dediği gibi, farklılığımızı sorgulayan kişinin iyi niyetli mi kötü niyetli mi olduğunu ayırt etmeliyiz belki de. Çünkü bir kimse kötü niyetliyse yargılara sahiptir ve farklı olanı dışlamak için tespit etmeye çalışır. Ama iyi niyetliyse sadece merak eder ve tanımak için soru sorar. Dört Kozalak okura farklı ama birlikte olmanın imkânını gösterir.

 

Farklı ama birlikte; Dört Kozalak

Karin Karakaşlı bu eserinde insanların farklılıklarını paylaşmak için birbirlerine şans vermesi gerektiğini gösterir.  Osman ve Umut Hoca’nın özel ders çatısı altında buluşan Emre, Şerzan, Kumru ve Mari adındaki dört genç farklı sosyal aile yapılarına ve kültürlerine sahip olmasına rağmen farklılıklarını özümseyerek bir arkadaşlık kurarlar. 

Gitar çalmayı seven, acelesiz telaşsız bir hayat isteyen Emre, diğerlerine uyum sağlama konusunda tedirgin olan Şerzan, kendi çevresinden uzaklaşmaya çekinen Mari ve babasının hastalığı karşısında güçlü durmaya çalışan Kumru... Bu dört gencin her ne kadar ünlü hocalar olsalar da sınav sistemini eleştiren, arkadaşlığı ve birbirlerinden öğrenmeyi önemseyen Osman ve Umut’un ekibine katılmaları, hem kendilerini hem de ötekini tanımalarına yol açar. Her gün birbirlerinden yeni şeyler öğrenirler. Kürtlük, Ermenililik ya da Hristiyanlık üzerine konuşabilir,  “memleket” gibi konulara kafa yorarlar. Bu eserde Karakaşlı, tanımak niyetiyle yaklaştığımız zaman bütün öteki duvarlarını yıkabildiğimizi ve kendimizi oluşturan farklı kılan özelliklerimizle ancak bir birliğe katıldığımızda gerçek bağlar kurabileceğimizi gösterir.

 

Sadece bazıları için iyiyi tanımlayan bir eser: Çocuk Kalbi

Oysa bazı eserler bu farklılığa izin vermez. Bir sınır çizer ve o sınırı dayatır. Edmondo De Amicis  Çocuk Kalbi’ nde yaptığı gibi ideal bir insan tipi çizer. Bu ideal insan tipinin dışında kalan özne kusurludur, hatta yok gibidir. İdeal insan; vatanı için canını vermeye can atan, okula devlete karşı gelmeyen, öğretmeni ve anne babasına karşı her daim terbiyeli, saygılı, asla itiraz etmeyen, ödevlerini eksiksiz yerine getiren, acıma, merhamet ve kahramanlık duyguları ile dolu bir insandır. Peki, bu özelliklere sahip olmayanlar? Öğretmenine, annesine saygısızlık yapan bir çocuk? O kuşkusuz diğer öğrencilerin tiksindiği birisidir. Peki ya İtalyan olmayanlar, hatta İtalyanların savaşta öldürdükleri, onların romanda varlığı bile söz konusu olamaz. Çizgili Pijamalı Çocukta’ki Bruno’nun babasının dediği gibi “Onlar insan bile değil” dir (53). Kitabın tanımladığı iyi insan, iyi vatandaş kalıbına uymayan herkes hem kitabın hem de günlük yaşantımızın ötesine itilir.

 

3. Soru: Kimin öteki olduğunu kim belirliyor?  Ya da anormal-normal tanımını kim yapıyor?

Normal-anormal Tanımı; Yanlışlıkla Dünyanın Öbür Ucuna Uçan Çocuk

Joyn Boyne; Yanlışlıkla Dünyanın Öbür Ucuna Uçan Çocuk kitabında çok normal bir ailenin hiç normal olmayan çocuğu Barnaby’nin hikâyesi dolayımıyla normalin sorgulamasını ve bireyin kendisi olması gerekliliğini tartışıyor.

Normal insan; yeni yerler görmek istemeyen, sabah dokuz akşam beş vardiyasıyla çalışan, hiçbir zaman rezil olmayan, dikkatleri üzerine çekmeyen, hayal kurmayan, şaşırtmayan, evden işe işten eve giden, operaya gitmeyen, televizyon programlarını izleyen ve daha birçok alışılmadık kalıp takınmayandır.  Böyle bir anne baba için en büyük ceza, utanılası küçük düşürücü şey Barnaby gibi bir çocuktur. Çünkü Barnaby, yer çekimi yasasına karşı gelen havada süzülen bir çocuk olarak dünyaya gelir ve sekiz yaşına kadar da bir türlü normalleşmez! Anne babası normalleşmesi için çok uğraşsa da bu korkunç yaratık ancak tasma ve kum dolu çantalarla kontrol altında tutulur. Ama farklı olanın kendini fark ettirmesinin kaçınılmaz olduğunu okura sunan eserde,  Barnaby’nin uçması haberlere konu olur ve anne babası bu katlanılamaz durumdan kurtulmak için onu gökyüzüne “salar” (80). Barnaby o an başlayan yolculuğundan ailesinin yanına dönmeye çalıştığı süre boyunca birçok insanla tanışır. Bu insanların hepsi ne kadar normal ve gurur duyulası olsalar da aileleri tarafından “normal olmayan” olarak damgalanıp reddedilirler. İlk başta yalnız kalsalar da kendileri olmak için verdikleri kavgadan, mutlu ve keyif alarak yaşam süren bireyler olarak çıkmayı başarırlar. Barnaby bu yolda, toplumsal cinsiyeti reddeden iki kadın, sistemi eleştiren bir adam, yüzü yanan bir sanat eleştirmeni ve sanatçı olmak için cam temizleyen Joshua, Ucubeler Sirki’nde tanıdığı bir sürü farklı insan ve Uzay mekiğindeki astronotlarla tanışır. Hepsinin hikâyesinin ortaklığı; sadece kendileri olduğu için reddedilmelerdir.

Tam da bu noktada Barnaby’nin tanıştığı Marjorie, “Senin normal bulduğun şeylerin bir başkasının normal bulduğu şeylerle aynı olmaması, sende anormal bir durum olduğu anlamına gelmez... Normaller. Çünkü hepimiz öyleyiz. Sorun bazı insanların kafasındaki normal fikrinin diğer insanlarınkinden farklı olması. Maalesef üzerinde yaşadığımız dünya böyle bir yer. Bazı insanlar kendi kafalarındaki kalıpların dışında kalan şeyleri kabullenemiyorlar” (Boyne 91) diyerek muhayyel okurun zihnindeki normal-anormal tanımlarını yıkar. Hem de belirlenen normal kıstasına ulaşmak için insanın tasma ve kum torbası ile baskı altına alınmaya çalışması ile sosyolojik bir tespit daha sunar. Tasma ve ağır çanta metaforu kişinin kendi olmasını hayallerini baskılayarak tek tip olmasını sağlayan okul ve topluma, ödev-beklentilere karşılık olarak okunabilir.

Ucubeler Sirki ise, 1800’lerin Paris’inde gerçekleşen İnsan Sergileri’ne çok benzer. Diğer insanlardan fiziksel özellikleri bakımından farklı olan bu insanlar kafeslere kapatılıp ülke ülke gezdirilir ve “normal’’ olan insanlara teşhir edilir. Bu ucube sirkinin meraklısı çok olmakla birlikte karşı duran küçük bir grubu da vardır. Protestocular, “Ucubeleri serbest bırakın!’’, “Ucubelerin tutsaklığına hayır.’’, “Ucube demeyi bırakın bizim gibi insan onlar sadece fiziksel özellikleri farklı.’’ yazılı pankartlarıyla durumu protesto ederler (193). Ancak son pankartın sadece onların insan olduğunu vurgulaması dışında diğer iki pankart, protestocuların da sirk hayranları kadar ötekici olduğunu gösterir.

Eser herkesin normalinin kendisini iyi hissettiği hâl olduğunu ve başkaları gibi olmaktansa kendisini var eden özelliğine göre yaşaması gerektiğini söyler. Karakterimiz Barnaby de nihayetinde havada süzülmesi bir ameliyatla tedavi edilecekken, bunun bir hastalık değil kendini oluşturan özellik olduğunu kavrar. Ve “normal’’ olmaktan vazgeçer. Çünkü anlar ki asla “normal’’ olamayız. Hep birilerine göre “anormal” kalırız. Bu noktada şu soruyu sorar: “Onun normal olmadığını söylemeye kimin hakkı vardı ki? Sekiz yaşındaki bir oğlanın çantasında delik açıp onu bilinmeyene yollamak mıydı normal olan? Ya da her an her saniye “normal’’ olmayı istemek normal miydi gerçekten?’’(266). Üstelik “Dünyada basitçe açıklanamayacak şeyler de vardır.’’(270) diyerek, farklılığından duyduğu gururla yeni maceralar için havalanır gökyüzüne. 

 

Herkes biraz öteki; Pedro Mañas’tan Ö.T.E.K.İ

Her iktidar bir normal tanımı belirler ve bu tanımın dışında kalanlar anormal ve öteki olur. Peki o zaman bir iktidarın anormal tanımladıkları kendilerini normal diye tanımlar ve onlar bu sefer birilerini anormal diye dışarıda bırakırsa ne olur?

Ö.T.E.K.İ gayet normal bir çocuk olan Franz’ın sol gözündeki tembellikten dolayı sağ gözünü ten rengi bir bandajla kapatmasıyla başlar. Avuç içi kadar bir bandaj Franz’ı, Mortgöz’e çevirir. Adı ile birlikte duruşu, kimliği, her şeyi değişir ve çekingen güvensiz biri haline döner. Bahçede çoğunluğun dışında tek başına takılmaya başlar. İşte o sırada diğer tuhafları fark eder. Tuhaf tiplerin hepsinin normallerden farklı görünüşe sahip olduklarını ve tek başlarına takıldıklarını fark eder. Bu düzene dur demek isteyen İnek Jakop ise, bütün tuhafları, sonradan tuhaf olma Franz’ı da gizli bir şekilde toplar ve örgütlenmeye davet eder. Hakaretlerden, tanınamamaktan, yalnız olmaktan bunalmış tuhafların hepsi örgütlenmeyi kabul eder.  İsimlerini de “Örgütlenen Tuhaf Erkekler Kızlar İleri”  (kısaca “Ö.T.E.K.İ”) olarak koyup tüzüklerini belirlerler. Bu küme tuhaflığını kabul eden ve bu tuhaflığını eziklik ya da hakaret edilesi bir şey değil, aksine gurur verici bir özellik olarak görmeyi amaçlar. Farklı olduğu için daima zarar görenlerin katılacağı bir birlik kurulmuş olur böylelikle. Birlik kendi içinde şifrelerle anlaşır, toplantılar yapar, intikamı amaçlamasalar da tuhaf biri ile dalga geçildiği zaman dalga geçenin de tuhaf olduğunu hissetmesini sağlarlar. Çünkü herkesin doğuştan bir fiziksel farklılığa sahip olmasa da tuhaf olan bir yanının elbette olduğunu ve bu yanını sahiplenmesi gerektiğini düşündürtürler. Bu noktada topluluk içinde öteki olmak yalnızlaşmaya sebep olurken, anlatının ötekileri örgütlenerek kendi panzehirlerini yaratırlar. Örgütlenmek her tuhaf çocuğun iyi hissetmesine sebep olur ve hatta Ö.T.E.K.İ’nin zamanla ünlenmesine ve birçok kişinin katılmak için muhtelif şekillerde tuhaf olduğunu kanıtlamaya çalışmasına sebep olur.

Öte yandan eser güzel ve olması gereken tanımımızı modanın ne kadar belirlediğini de gösterir. Çoğunluk ve cazibe nerede toplanırsa orası kusursuz mu olur? Yoksa tuhaf, kusurları olan biri olmak cazibeli hâle getirilebilir mi? Nihayetinde herkese aslında biraz tuhaf oldukları kabul ettirilmiş olur. “Aslında hepimiz biraz tuhafız. Öyle olmasak nasıl ayırt edilirdik birbirimizden?’ (Mañas 101) diyerek tuhaf olmanın temelde dışlanmak için bir sebep olmadığını hatta şu an bize eğreti gelen kusur gibi gözüken şeye yarın ihtiyacımız olabileceği gösterilir.

 

Ötekisiz öteki: Sisle Gelen Çoçuk

Eser, yalnız ve mutsuz bir hayat süren Mirna’nın evden çıkmak zorunda olduğu bir gün sisin içinde bulduğu ve adını Tim koydukları bir çocukla yaşam hikâyelerini anlatır. Anlatı bir insanın ad sahibi olmasından, dünyada var olan şeyleri öğrenmesine kadar her şeyi tercih ederek ve yaşayarak öğrenebileceğini gösterir okura. Eğitim yöntemi olarak acelesiz ve yaşayarak öğrenmeyi gösterirken, bir yandan da yabancı olan tanımı üzerinden öteki konusunu ele alır.

Mirna ve Tim’in birlikte yaşamaya başlamaları birbirine yabancı iki insanın, eşit derecede yabancı olduklarını bildikten sonra ne kadar hızlı tanışabileceklerini gösterir. Mirna’nın evi ve hayatı Tim ile canlansa da bu birliktelik Mirna’nın kız kardeşi ve yetkililer tarafından tacize uğrar. “Her çocuk birine mi aittir?’’, “Ben ona yabancıysam o da bana yabancı olmaz mı?’’ gibi soruları merkeze alarak, çocukların kimseye ait değilse devlete ait olmaları durumunu,  hata yapmanın normalliğini ve bir olayın herkesin başına gelebileceğini tartışır.

Sisle Gelen Çoçuk’ta ötekilik için fiziksel, ırk ülke gibi farklılıklar öne sürülmez. Tim’in o eve, Mirna’ya ait olmaması onu yabancı yapmaya yeter. Mirna ise bu yabancılığın olağan olduğunu yabancılığı aşmak için tanışmak gerektiğini düşünür ve ikili masal kitaplarından beslenerek tanışır, tanışırken birbirlerini iyileştirirler.

Yine Konserve Kutusundan Çıkan Çocuk’ta da alışıldık anne tipine uymayan, dağınık bir kadın olan Berti Bartolotti ile bir gün posta kutusundan çıkan çok “mükemmel’’ çocuk olan Konrad’ın farklılıklarına rağmen birbirleri ile kurdukları uyum, dışarıdan yadırganmaları ile birlikte ele alınır. Bu kez tersten okunmuştur öteki. Ötekisizliğin ötekiliğidir söz konusu olan.

 

Sonuç

Toplumda kabul gören normal tanımları ve bu tanıların dışına çıkıldığı zaman hemen “damgalayan’’ birilerinin varlığı bu yazıya konu olan her kitapta var. Ancak ortaklaştıkları noktanın öteki ile okul ilişkisinde görüldüğünü de fark etmek gerek. Okul, zorunlu eğitim ve okulsuz toplumlar üzerine yapılan çalışmaların işâret etmeye çalıştıklarına baktığımız zaman, bu çalışmaların okulun tek-tip birey yetiştiren bir kurum, öğretmenin de bireyi tek-tipleştiren ve özelliklerini köreltme aracısı olarak sorunsallaştırıldığını görürüz. Bahsettiğim eserlerde de aile ve klasik okul yapısının ve öğrenciye güvenmeyen öğretmen modelinin varlığı, ötekinin inşâsında öğretmenin rolünü düşündürtür. Nitekim Ö.T.E.K.İ’nin Franz’ını taktığı bandajdan dolayı “sakat” sanan ilk kişi öğretmeni olmuştur ve aynı şekilde Tim’in bir türlü okuma öğrenemeyeceğini, diğerlerinin yaptığını yapamayacağını söyleyerek onu diğerlerinden ayıran da yine öğretmenidir. Üstelik aynı öğretmen Konrad’ı çok zeki, bilgili ve üstün bir çocuk olarak gösterip diğerlerinden ayrı tutarak diğer çocukların Konrad’a öfkelenmelerine ve hınçlanmalarına da sebep olur.  

Sonuç olarak, çocuk yazınında ötekiyi inşâ eden eserler olduğu gibi öteki olanın dile geldiği eserler ve muhtelif sebeplerden öteki olma hâline işâret eden eserler de vardır. Tüm bu anlatılarda okul, ötekilik tanımlamalarına mekân olması hasebiyle hikâyeye dâhil olur. Okura ise yapılan tüm bu ötekileştirme yargılarını kırıp, farklılıkları tanıması teşvik edilir.

 

KAYNAKÇA

Amicis, Edmondo De. Çocuk Kalbi. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınları, 2014.

Boyne, John. Yanlışlıkla Dünyanın Öbür Ucuna Uçan Çocuk. İzmir: Tudem, 2013.

__________. Çizgili Pijamalı Çocuk. İzmir: Tudem, 2012.

Grumberg, Jean-Claude. Çabuksığınlar. İstanbul: YKY, 2014.

Karakaşlı, Karin. Dört Kozalak. İstanbul: Günışığı Kitaplığı, 2017.

Kubbealtı Lugatı. “Öteki” http://lugatim.com/s/lugat. Erişim: 9 Kasım 2017.

Labbé, P. F. Brigitte ve Dupont-Beurier. Çıtır Çıtır Felsefe: “Ben ve Başkaları”.

İstanbul: Günışığı Kitaplığı, 2017.

Mañas, Pedro. Ö.T.E.K.İ.(Gizli Topluluk). İstanbul: İletişim, 2017.

Nöstlinger Christine. Konserve Kutusundan Çıkan Çocuk, Çev: Mine Kazmanoğlu, Günışığı Kitaplığı, İstanbul,

2017

Ünal, Ayfer Gürdal. Türk Çocuk Edebiyatında Engellilik(1969-2009). İstanbul: Evrensel Basım Yayın, 2011.