Soruşturma

Olcay Akyıldız: "Tuhaflık seven bir çocuktum"

“Ben, konvansiyonel olmamayı ve toplumsal cinsiyet rollerinin uygun gördüğü davranışlara meydan okumayı Pippi’den öğrendim. Hiç bir zaman onun kadar radikal ve cesur olamadıysam da o hep benim idolüm olarak kaldı.

“Ben, konvansiyonel olmamayı ve toplumsal cinsiyet rollerinin uygun gördüğü davranışlara meydan okumayı Pippi’den öğrendim. Hiç bir zaman onun kadar radikal ve cesur olamadıysam da o hep benim idolüm olarak kaldı. Bir de benim için bir çocuğun annesi babası ya da herhangi bir yetişkin olmadan koskocaman bir evde tek başına yaşaması çok büyüleyici bir şeydi. İnsana ürkütücü gelebilir aksine bana heyecan veriyordu."

Bize çocukken okuduğunuz ve etkilendiğiniz beş kitabı söyleyebilir misiniz?

Liste başı: Pippi Uzunçorap. Bu konuda daha önce başka bir soruşturma dolayısıyla yazmıştım o yüzden sorunuzun devamında ayrıca bahsedeceğim.

Enid Blayton - Afacan Beşler Serisi

Abbas Cılga - Şaşar Ali

L. G. Alexander - Prof Boffin’s Umbrella: Hem İngilizce öğretmeyi amaçlayan hem de eğitici olarak planlanmış bir kitaptı sanırım. Sanırım diyorum çünkü tek hatırladığım Prof. Boffin kelimesinin sesi ve uçan şemsiyesi. Bu tombul adam bir şemsiye yapmıştı ve bu şemsiye her yere uçabiliyordu. Hazırlık sınıfında İngilizce öğrenirken müfredattaki kitaplardan birisiydi. Ama işte bir şekilde -ve sanırım yine tuhaflığı ile- bende iz bırakmış. O zaman ne ifade etmişti net bir hatıram yok ama eğlenceli olduğunu düşünmüştüm. H. G. Wells’in Time Machine’i ise tam tersi. Hangi akıl orta bir çocuklarına –belki de orta ikiydi- ve elbette yine İngilizce dersinde, abridged sadeleştirilmiş versiyonu da olsa Time Machine okutur bilmem. Hayli ürkütücüydü de. “Morlocklar” ve “Eliotlar” diye hatırlıyorum. Aslında bu da bir macera metni. “Oryantalizm, egzotizm çalışacağımı o zamanlar bilsem acaba ne gözle okurdum bu kitabı,” diye düşündüm bu soruları cevaplarken. Hem ürkmüş hem sevmişim ki kitabı yıllarca sakladığım kütüphanemden çıkartmadım ve yıllar sonra doktora yaparken Almanya’da ötekinin, yabancının temsili üzerine bir derste kitabı yeniden okuduğumda, eski bir dosta rastlamış gibi olmuştum.

Hemen peşinden -belki yine çocuklar için olan bir versiyonundan okuduğum- Gulliver’i anabilirim. Onun da görselleri bugün gibi aklımda. Cüceler ülkesinde bağlanmış olan Gulliver. Durup durup tekrar okurdum. Baskısı da güzeldi. Ama diğer çocukluk kitaplarımda da olduğu gibi başkaları da okusun diye hep elden ele geçtiğinden kitaplar (ve çoğu zaman geri dönmediğinden) bir daha göremedim kendisini. Eleştiri derslerinde Swift’ten bahsederken hep hafifçe gülümsemem bu hatıraya bağlanır.

Sevmediğim hâlde hatırladığım bir diğer hikâyeyse Gülten Dayıoğlu-Dört Kardeştiler. Kitabı bir tokat gibi hatırlıyorum. Başka çocukların benim kadar kolay ve korunaklı bir hayatı olmayabileceğine dair bir bilinç anlamına geliyor, ama dediğim gibi sevmedim. Oysa sevdiğim Kemalettin Tuğcu’lar olmuştu ama onlar da şimdi düşününce kalıcı bir şey bırakmamış bende.

Son olarak Gulliver’i anlatırken aklıma gelen Gargantua ile Pantagruel’i de eklemeliyim. Yayınevini hatırlamıyorum ama o da çok güzel bir baskı ve çok güzel sadeleştirilmiş bir versiyondu. Bir de İki Yıl Okul Tatili vardı aslında bu pandemi döneminde sık sık hatırladığım.

 

Bu kitapların size nasıl bir tesiri olduğunu ve çocukluğunuza dair nasıl bir hatıra bıraktığını merak ediyoruz. Buradan yola çıkarak çocukluğa ve çocukluğun sosyal anlamda kurulumuna dair bize neler söyleyebilirsiniz?

Belki biraz tersten başlayarak çocukluğa ve çocukluğun sosyal anlamda kurulumuna dair iki farklı meseleden bahsedeceğim. Bu da esasen sadece kendi çocukluğumdan yola çıkarak yapacağım bir tespit herhangi bir akademik ya da kuramsal arka planı yok. Ben hem çok kitap okuyan bir çocuktum hem de çok canı sıkılan. Bu ilginç çünkü canım sıkıldığı için kitap okumazdım kitap okuduğum hâlde canım sıkılırdı. Sokağa çıkıp oynayabildiğim hâlde de canım sıkılırdı. Babama ne zaman “Canım sıkılıyor” desem bana “Sıkı can iyidir çıkmaz derdi,” müthiş sinir olurdum. Bence şu anda çocukların pek canı sıkılmıyor, sıkılamıyor. Oysa sanki benim kuşağım için (çocukluğum 70’lerde ve seksenlerin başında geçti) can sıkıntısı vaka-i adiyedendi. Sıkılırdık ve sıkıldıkça da bir şeyler uydururduk, üretirdik. Kimse de bizi kaliteli zaman geçirmeye filan zorlamazdı. Türkçe kitabından Karagöz Hacivat figürleri keser sopaya yapıştırıp bir de üstelik onlara uygun metinler yazardık. Komşu çocuklarına gazoz kapağından bir ücret karşılığı temsiller yapardık. Demek istediğim sanki çocukluğun sosyal kurulumu dediğiniz şey içerisinde benim çocukluğumda çocuklar kendi hâllerine bırakılırlardı. Bu bir tür özgürlüktü de. Şimdi her an bir imkân, bir etkinlik var ama bir biçimde ebeveynler bu olayların fazlaca içindeler. Bize her konuda daha az izin verilirdi ama buna rağmen kesinlikle daha özgürdük.

İkincisiyse okula dair. Okul her ne kadar çocuğun sosyalleşmesi açısından çok önemliyse de okul ve okul olmayan hayat benim için çok farklıydı. Okulu özellikle seviyor ya da sevmiyor değildim ama yaz tatili demek yine yapısal olandan, kurallardan kaçmak demekti ve bu çok iyi bir şeydi. Çocukluğum Ankara’da, cadde üzeri bir evde geçti ama o zamanlar mahalleye inerek oynamak da sıradan bir şeydi. Boş arsalarda dolanırdık. Fakat şansım bu Ankara’da geçen çocukluğun sanırım her yazında, köye babaannemin yanına gitmekti. İşte bu gerçekten cennet demekti. Hem şımartılmak hem de özgür olmak demekti. Okuldu, dersti hepsinin bir anda buharlaşması demekti. Bahçe demekti. Başka çocuklar başka insanlar demekti. Her ne kadar konuyu dağıttıysam da demek istediğim okulsuz günlerin yaratıcılığı ve özgürlüğü üzerine bir şey.

Yukarıda bahsettiğim kitaplara gelirsek şimdi şöyle bir bakınca sanki hepsinin ortak paydası ya bir macera içermeleri ya da tuhaf bir karakter barındırmaları. Evet tuhaflık seven bir çocuktum. İsmini andığım ilk kitaba da buradan bağlanabilirim. Çevrimdışı dergisi bana “Çocukluğumun queer kahramanı”nı sorduğunda bir an bile tereddüt etmeden “Pippi Uzunçorap” demiştim. Ve cevabım hem Pippi’yi nasıl gördüğümü hem ona nasıl hayran olduğumu hem de queerden ne anladığımı anlatıyordu. Oradan iki cümle alıntılayarak açıklayayım Pippi Langstrump’un bana ne ifade ettiğini: “Ben, konvansiyonel olmamayı ve toplumsal cinsiyet rollerinin uygun gördüğü davranışlara meydan okumayı Pippi’den öğrendim. Hiç bir zaman onun kadar radikal ve cesur olamadıysam da o hep benim idolüm olarak kaldı,”. Bir de benim için bir çocuğun annesi babası ya da herhangi bir yetişkin olmadan koskocaman bir evde tek başına yaşaması çok büyüleyici bir şeydi. İnsana ürkütücü gelebilir aksine bana heyecan veriyordu.

Kitap değilse de şuraya Pippi’nin antitezini koymak isterim. Pippi sosyal kurallara ne kadar aykırı yaşıyorsa, zaman zaman yaramazlık edip sıklıkla “yalan” söylüyorsa da bahsedeceğim uydurma hikâyedeki çocuklar ideal çocuk prototipiydiler. Hikâyemizi halam kendisi bizzat uydurmuştu ve ben üç ağabeyim -ben beş yaşındayken sanırım- bize ilk kez anlatmıştı. (Sonra ama bir tür aile geleneği oldu ve sürekli yeniden anlattırdık bu masalı). Ama sevdiğimizden ya da ikna olduğumdan değil, dalga geçmek için. “Sahi mi hala o kadar mı usluymuş bu çocuklar. Biz de örnek alalım o zaman” derdik gülerdik de gülerdik. Ama halam (nur içinde yatsın) ciddi ciddi anlatır bizim feyz alacağımızı düşünürdü.

Hikâyenin özgün adı: “Dört Çocuklular”.

Olay örgüsü: Yok.

Hikâyenin climaxi: Bir komşunun dört çocuklu bir evi ziyarete gelip o evde hiç çocuk yok zannetmesi! Ve içerideki çocuk odasına yürürken geçen “heyecanlı” dakikalar.

Heyecan: Yok.

Eğlence: Sıfır.

Entrika: Görülmedi.

Dört çocuğu olan bir aile bir apartmana taşınır. Çocuklar âdeta birer proje, ideal çocuklar. Bir gün komşular o aileyi ziyarete gelir. Alt katta oturan komşu: “Ah komşu sizin çocuğunuz yok herhalde evden hiç gürültü ses gelmiyor”. Ev sahibesi de “Aa olmaz olur mu? Benim dört çocuğum var. İki kız, iki oğlan gelin göstereyim” der ve yavaşça çocuk odasına süzülürler bakarlar ki derli toplu bir oda. Çocuklardan birisi masada oturmuş özenle ödevini yapıyor. Diğeri yatağına uzanmış kitap okuyor. Yerde oturup oyuncaklarıyla oynayanlarsa işleri bitince hemen oyuncağı kaldırıyorlar filan. Bence esasen halam bir tür anne baba ütopyası ve çocuk distopyası yaratmış. Bu didaktik amaçlı masalımızdan söz etme nedenimse bende bir iz bırakmasından ziyade çocukluğun inşasına ya da terbiyesine dair bir minik başarısız kare olması. Bir de tabii öznel anlamda benim fazla şematik ve köşeli metinler karşısındaki alaycılığım da belki bu deneyimimden biraz feyz almıştır.

Son olarak benim de bir minik sorum olacak. Adını hatırlamadığım bir çocuk kitabının peşindeyim bir süredir. Kitabı çok sevdiğimi ve duygusunu hatırlıyorum sadece. Ne adı, ne görseli, ne de yayınevi aklımda. Sadece iki ulu ağaçta yaşayan karga kolonilerinin hayatını anlattığını hatırlıyorum. Kargalar hayli kişileştirilmişlerdi ama yine de çok etkilenerek okuduğumu hatırlıyorum. Kitabın izine henüz rastlayamadım. Belki bilen, duyan, gören olursa bana da bildirir.