Dosya

Duygulardan Empati, Edebiyatlardan Çocuk, Hadiselerden Göç

Göç ve savaş konusunu ele alan kitaplar azımsanmayacak kadar çok. Bu eserlere karşı ise muhtelif görüşler bulunmakta.

Bu yazı bir edebiyat araştırmacısı kimliği ile değil, sosyal sorumluluk çalışmaları yapan saha gönüllüsü kimliği ile yazılmıştır. Suriye’de meydana gelen savaş ve büyük göç hareketi saha çalışmalarının ağırlığının mültecilik üzerine yoğunlaşmasına sebep oldu. Sahada iyileştirme çalışmasına ihtiyaç duyan birçok alan doğdu; fizyolojik ve güvenlik ihtiyacı en temel ihtiyaç olarak gösterilse de bireyin ait olma, sevgi, değer gibi gereksinimleri de dikkate değer. Çocuğun, savaşı geride bırakıp sıfırdan bir hayat kurma çabasında yaşadığı travmayı anlayacak, duygularını paylaşacak arkadaşlara ihtiyaçları var. Anlamak ve anlatmak dediğimiz eylemi en iyi sanat ve edebiyat gerçekleştirebiliyor. Anlamak ve akran zorbalığına engel olmak adına anlatmak için çocuk edebiyatı en etkili araç. Göç ve savaş konusunda estetik duygudan ödün vermeyerek gerçek anekdotlarla bizi hikâyenin içine çeken iyi kitaplar mevcut. Savaş bizim illetimiz, bu kitaplar da şifa olacak bitkilerimiz. O zaman şifa dolabında yer alan bazı kitaplara bakalım.  

Shaun Tan’ın sadece resimlerle göçmen bir babanın hikâyesini anlattığı Uzak adlı eseri, Frank Cottrell-Boyce’nin Moğolistan’dan İngiltere’ye göç eden bir ailenin çocukları üzerinden farklılıklar ve çokkültürlülük konusuna deva olduğu Benim Adım Hiç Kimse adlı eseri, Jean-Claude Grumberg’in kaleminden yeri yurdu olmayan müzisyen bir ailenin başından geçenlerin anlatıldığı Çabuksığınlar, Judith Kerr’in Nazi zulmünden kaçan Yahudi bir ailenin hikâyesini anlattığı Hitler Oyuncağımı Çaldı adlı eseri var dolabın ilk rafında.

Diğer bir rafta; Barroux’tan Hoş Geldiniz adlı eser duruyor; küresel ısınma sonucu buzullardan kopan bir parçanın açık denizlere sürüklenmesi, üzerinde yaşayan üç zavallı kutup ayısının farklı adalara sığınmak isterken "farklılıklarından dolayı" hor görülmesinin hikâyesi. Ayrıca Anja Tunkermann’den Suriye’den Almanya’ya kaçış hikâyesi günümüz gerçekliği ile anlatan bir eser Herkes Burada!, Constance Qrbeck-Nilssen’in kaleminden okuyucuya “Neden buradaydım, yaşadığım yerde savaş olsaydı, başka yerde yaşasaydım nasıl olurdu?” gibi sorular sordurarak “benliğini ev gibi” hissetmeyi sağlayan Başka Bir Yerde Yaşasaydım? adlı eser.

Göç ve savaş konusunu ele alan kitaplar azımsanmayacak kadar çok. Bu eserlere karşı ise muhtelif görüşler bulunmakta. Bir bakış, çocuk edebiyatında “savaş, ölüm, bomba” gibi şiddet içeren konuların anlatılmasının pedagojik açıdan doğru olmadığı yönünde. Diğer bir bakış ise, çocukların şiddetten izole bir dünyada yaşamadıkları için, şiddeti baş edilemez bir nesne olarak tanımak yerine; hikâye içerisinde duyguları ile kavrayarak mücadele edilebilir bir şey olarak görebileceklerini savunur.  Çocuklara edebiyatla nasıl dokunulacağı, Platon’dan beri düşünce tarihinde yer almış, edebiyatın varlık nedeni sorgulanmış, edebiyatın estetik başarısı ve tarihi tanıklığının yanında zor zamanlara iyi gelecek, âna şifa olacak bir yapıda olduğu da belirtilmiştir.

Edebiyatın empati kurdurarak bir nevi “iyileşme hareketi” özelliği kazanmasını ise Einfühlung teorisinden[1] yola çıkarak anlatacağım. Einfühlung özdeşleyim olarak karşılık bulur dilimizde, kendini başkasının yerine koyma anlamında kullanılır. Sujenin nesnelerle duygusal bir özdeşlik kurarak nesnenin içeriden kavranmasını ve yaşanmasını sağladığını savunur. Sanat eseri veyahut edebiyat yapıtı da sujenin karşısında bir nesne olarak karşılık bulur. Ve nesneye karşı aktif konumlanan özne, kendisini nesneye tam vererek onunla hemhal olur. (Anar, 61) İnsanın eserle hemhal olması sonucu estetik dönüşüm ve değişim gerçekleşir. Bu sayede özdeşlik kurarak idrak etme, edebiyat eserinde okuyucunun kendisini karakterin yerine koyarak onun benliğini üstlenmesi, duygularını yaşıyormuşçasına hissetmesi durumunda edebiyat tanıklıktan çok daha fazlasını gerçekleştirmiş olur.

Şimdi eserlerimize dönelim ve göçmenlerle kurulan Einfühlung’ı çözümlemeye çalışalım. Eserin özdeşleyim kurduğumuz karakter üzerinden bize hangi duyguları hissettirdiği önemlidir. Göç kitaplarının ortak hissettirdiği duygular olarak; arkadaşlık, geçmişe özlem, dışlanma, yas tutma, ait hissedememe, umut, geriye dönmeyi sayabiliriz. Yaşananların herkesin başına gelebileceği sık sık vurgulanarak okur ile savaş mağduru arasındaki aynılık gösterilir. Karakterin bir eşya ya da eylemle beraber eski iyi günlere ya da hatırladığı şiddet anına zaman geçişi yapması[2] da eserlerin ortak özelliğidir. Ayrıca savaşın sadece insanları değil; eşyaları, hayvanları da etkilediğinin anlatılması, yazarların önemsediği bir diğer konudur. Bu duygular okura, birtakım semboller aracılığıyla aktarılır.

 

Çiğdem Sezer’den Juju Beni Unutma

On bir yaşında bir kız çocuğunun Suriye’de savaşla beraber altüst olan yaşamlarını Türkiye’de nasıl devam ettirmeye çalıştıkları birinci şahıs dilinden anlatılır. Bu kitapla Juju’nun hem acısına hem sorgulamasına ortak oluruz. Juju’yla özdeşleştiğimiz için onunla beraber arkadaşı Fatıma’nın evine düşen bombayı, nenesinin, sınıf arkadaşlarının ölümünü hatırlarız. “Çocuktur anlamaz, diyorlar. İnsanların neden savaştığını anlamıyorum ama savaş olunca neler yaşandığını biliyorum. Biz aç kalmadık ama aç kalan çok insan oldu.  Belki hâlâ açlardır.” (Sezer, 18) diye düşünürüz.

Yas duygusunun ağır bastığı romanda Juju olayların farkında olmayı ve umursamayı sık sık sorgular:

Fatımaların evine bomba isabet etti. Nenem de onlardaydı. İkisi de öldü. Ben televizyon haberlerini izlemeyince Fatıma ölmemiş mi oluyor? Nenem ölmemiş mi oluyor? O bombayı atanları gördüm. Bombanın Fatımaların evine düştüğünü gördüm. Her şey olurken gördüm. Bir düğme olsaydı da basıp kapatsaydım keşke dünyayı. Fatıma ölmeseydi, o bomba patlamasaydı. Ama dünya televizyon mu ki düğmesini kapatalım! (Sezer, 10)

Savaş karşısında ne kadar çaresiz olduğumuz duygusunu yoğun şekilde hissederiz Juju’nun bu sözlerinden:

Okulumuzun yanındaki pazar yerinde bomba patladı. Sınıf arkadaşlarımdan beşi orada öldü. Bizi burada öldüremezler ama yine de gece olunca korkuyorum. Bomba atacaklar sanıyorum. Motosikletli bir abi var, geç geliyor hep. Onun motosiklet sesini duyunca sıçrayarak uyanıyorum. Kapı çalacak, silahlı adamlar gelecek sanıyorum. (Sezer, 12)

“Okulumuzun yanındaki pazar yeri”, “sınıf arkadaşlarım” gündelik dilde sıklıkla kullandığımız ifadeler iken; anlatıda, bizden çok uzakta bir yerde olduğunu sandığımız savaş dünyasının içinde geçer. Böylece savaşın günlük hayatla ne kadar iç içe olduğunu hatırlatır. Juju’nun kulağına işlemiş bomba sesi ve sesin hatırlattıkları bir travma olarak onda yer ettiği için her benzer seste korkar ve o anlara geri itilir.[3]

Kimse ölmesin n’olur! Biz yine evimize dönelim. Ama artık Fatıma yok! Nenem yok! Bizim sınıftaki Muhammed, Heva, Abdullah, Aylan yok! Öğretmenimiz bile savaşmaya gitmiş. O zaman niye eve dönelim? (Sezer, 13)

“O zaman niye eve dönelim?” sorusu ile Juju “Evlerine dönsünler!” diyen zihniyete cevap vermiş oluyor mu?  Ölümden kaçmayı, ölüm karşısında hayatın ağır bastığını görüyor okur Juju’da.  Juju’nun iyi günlere dönüş nesnesi ise bisikleti. Adı Şervan. Şervan sadece bisiklet demek değil, aynı zamanda savaştan önceki hayat ve iyi günler de demek Juju için, savaş “çıkmamış” gibi yapabilmek demek.

Juju, Fatıma ve Azer karakterleri üzerinden arkadaşlık duygusunu da hatırlatır bize eser. Sahip olduğu arkadaşları ile mahallede onu dışlayan çocukları görürüz. Ama “Buğra, Evrim, Evin; onlar savaşı bilseler bana böyle yapar mıydılar?” (Sezer, 25) diyerek onlara karşı anlayış gösterir başkahraman. Çocuklar Juju’nun gerçekte ne yaşadığını bilselerdi, ona kötü davranmazlardı. İşte bu yüzden bilmeleri gerekir. Juju karakteri ve tecrübe ettikleri ile eser; okurun, yas, kayıp, geçmişe özlem, merhamet, yaşama sevinci, gurur, ezilme gibi pek çok duyguyu içeriden hissetmesine sebep olur.

 

Laura S. Matthews’den Balık

Balık kitabının karakteristik özelliği; belirli bir zaman ve mekân tercih etmemesidir. Nereden nereye gidildiğini ve hangi savaş olduğunu bilmiyoruz. Sadece savaşın yakıcılığının ortaklığına şahit oluyoruz. “Kaplan” lakaplı çocuk karakterimiz, bilmediğimiz bir ülkeden güçlükler yaşayan bir ülkeye yardım gönüllüsü olan anne babası ile birlikte gelir ve burada yaşamaya başlar. Bu köyü anlatırken bazı çocuklardan "Kayıplar" diye bahseder. Bu çocukların kendileri yaşamaya devam ederken, anneleri babaları kaybolmuştur. Biz bu kayıp olma hâli ile hemhal oluruz; içine emildiğimiz duygu travmaya sebep olan ağır bir korku ve hayatında var olan temel bağların yok olmasıdır.

Anneme onların derdini sorduğumda, ya başlarına korkunç bir şey geldiğini ya çok korkunç bir olaya tanık olduklarını söylemişti. Bir kâbus gibi, demişti, bilirsin, bir kâbustan uyandığında hemen tekrar uykuya dalamaz insan. Onlar bu duyguya saplanıp kalmışlar. Bunun üzerine ben arkadaşlarımdan biraz daha ısrarlı ve sabırlı davranınca, zamanla içlerinden bir ikisi aramıza katılmaya ve biz peşlerini bırakmadıkça oynamaya başladılar.  Hiç katılmayanlara " kayıplar" diyordum ben ve biz oynarken, gözlerini boşluğa diken ya da oldukları yerde sallanıp duran ve günbegün zayıflayan bu çocuklara baktığımda, sanki göğsümde kapkara, kocaman bir taş varmış gibi tuhaf bir duyguya kapılıyorum. (Matthews, 12)

Kaplan’ın yaşadığı köyde güçlükler artar, açlık ve savaş bu köyün de güvenli kimliğine zarar verir. Kaplan ve ailesi de göç etmek zorunda kalır. Yolculuktan kısa bir süre önce çocuk karakterimiz su kıyısında boy vermiş yeşillikleri can sıkıntısı ile dürtüklerken kahverengi suyun içinden sıçrayan büyük bir balık görür ve ona dikkat kesilir. Su kuruyunca balığın da öleceğini öğrenen Kaplan, balığı yakalar ve kavanoza koyarak yolculuğuna dâhil eder. Kaplan ve balığın yolculuğu, bu yoldaki değişim ve sorgulamalar; okura “göç eden” ve “savaşı sorgulayan” kimlikleriyle özdeşlik kurdurur. Okuyucu kendisini bazen Kaplan bazen balık yerine koyar; ama ne olursa olsun artık göç yolculuğuna katılan bir kişidir.  Ve bu yol boyunca savaşı, devleti, askeri, açlığı, yaşamı düşünür.

Hikâyenin kuvvetli bir simgesi olan Balık, yolculuk boyunca bazen küçülür bazen büyür bazen renk değiştirir. Balığın değişimi yolcunun yolda değişimine karşılık gelebilir. Yazarın seçtiği simgenin gücü bizi yolculuğun içine alır ve yolculukta gayriihtiyari yaşanan değişim, dönüşüm duygusunu hissettir.

 

Güzin Öztürk’ten Kuş Olsam Evime Uçsam

Beşir ve ailesinin Suriye’den Türkiye göçü ve sonrasında yaşadıkları ile kendimizi özdeşlik kurarken buluruz bu eserde. Öztürk, hikâyeyi anlatırken savaş, bomba kamp kelimelerinden sakınmaz, mültecileri dilenci olarak gören tavrın varlığını saklamaz. Beşir’in hikâyesi “nefret söyleminin” unsuru olan “Savaştan kaçıp ülkemizde paşa paşa yaşıyorlar.”  söylemine cevap verir. Beşir kendi topraklarına, evine dönme özlemi ve göç ettikleri yere aidiyet duyamama halini yoğun yaşar.  

Beşir yolculuğa çıkmadan önce “savaştan kurtarmak” adına cebine bir avuç toprak atmıştır. Bu toprak da Beşir’in sığınağı, güvenli bölgesi olur. Toprak ev demek, ev ise savaştan önceki hayat demektir. Dahası; toprağın içindeki ıhlamur tohumu konuşur Beşir’le. Bu konuşan da belki ananesinin bahçesindeki ıhlamur ağacıdır. Adı Tarsus olan bu tohum, ağaçların da savaştan kaçmak istediğini, savaşın her şeye zarar verdiğini ama yine de hayattan yana umutlu olmak gerektiğini hatırlatır okura.[4]

 

Müge İplikçi’den Kömür Karası Çocuk

Kömür karası dostumuzun adı Salif, Mali’deki iç karışıklıktan kaçıp annesi ile Türkiye’ye sığınan bir çocuk. Bir yandan babasından haber almaya çalışırken diğer yandan müziğin iyileştirici gücü ile karşılaşıyor. Babası müzisyen olan karakterimizin müziğe tutunması “babasına tutunmak” şeklinde okunabilir. Bu kitapta dışlanma, kaygı, dayanışma, umut, hayata tutunma duygularını hissederiz.

 

Gülsevin Kıral’dan Umut Sokağı Çocukları

Birçok ayrı hikâye, ayrı kavga bir mahallede buluşur. Her karakterin kendi ağzından hikâyesini anlatması “gerçekliği” birçok açıdan görmemizi sağlar. Suriyeli, Kürt, Türk, yabancı gazeteci, işsizlik, nefret söylemi derken, savaştan aç kalan köpek de unutulmadan hayatın bütün acı hakikatleri, o acıyı yaşayanların penceresinden gösterilir. Böylece yeni benliklere aşina olan okuyucu aynı anda hem savaştan gelen Suriyeli ile hem de Suriyeli yüzünden işsiz kalan Türk işçiyle empati kurar. Kıral’ın çizdiği resim yaşadığımız mahallenin resmidir, peki hiç bütün pencerelere çıkıp tek tek bakabildik mi? Kendimizi Berivan Teyze’nin yerine koyup bir savaş çıksa ve ablamızdan haber alamasak ne olacağını düşündük mü?  Kitabı okuyanlar düşündü. Bir resmin bütün parçalarını ele alarak farklı açılardan çok yönlü düşünmek bu anlatının vizyonu. Her pencereyi o pencereden bakan kişinin dilinden anlatmak ise yöntemi.  

 

Güldem Şahan’dan Martı ve Savaş

Martı Hür ve savaş çocuğu Abbas’ın arkadaşlığı ile buluşuruz bu sefer. “O küçücük bir kuştu yalnızca, insanların ne için savaştıklarını, neden birbirlerini öldürdüklerini ona kim, nasıl anlatabilirdi ki… Yalnızca içindeki ses, bulunduğu yer neresi ise orada kötü şeyler yaşandığını söylüyordu.” (Şahan, 9-10) Savaş olan bölgelerin farklı gezegenler değil de, bizim yanı başımızdaki yerlerden birisi olduğunu, savaşın bizim yaşadığımız yeri de böyle karartabileceğini duyumsatır hikâye. Abbas’ın kargaya iyiliğini ve karga ile kurduğu arkadaşlığını, vefa duygusu ile karganın da çocuklar için yaptığı riskli çikolata kaçırmalarına şahit oluruz.  

 

Bryndis Björgvinsdottir, Savaşı Bitiren Sinek;

Mülteciler için halkı evlerinde yer açmaya çağırdığı kampanyası ile tanıdığımız Bryndis Björgvinsdottir, bu eserde savaşın sadece insanları etkileyen bir şey olmadığını, insanlarla sineklerin aynı dünyayı paylaştıklarını hatırlatır. Savaş öncesi ve sonrası durumu kıyaslayıp savaşın dışarıdan ne kadar anlamsız göründüğünü, sineklerin terk edilmiş otobüslerin başında yaptıkları sorgulama ile aktarır:

Bu otobüste hiç koltuk yok. İnsanlar savaşlarında koltukları mı kullanıyor?” “Dinle” dedi Hermann Şeker. “Tek bir şey söyleyeceğim. Bana soracak olursanız, insanların kafalarının çok tuhaf çalıştığına inanıyorum. Elektrikli sinekliği icat eden insanların, otobüs koltuklarıyla hem kendilerinin hem de başkalarının canını yakmasının bir yolunu bulmasına şaşırmamak gerek. Bir şekilde beceriyorlar işte.” “Peki insanlar neden böyle davranıyor?” diye sordu Sinek hayretle. “Asla savaşa girmeyiz biz. Yoksa girer miyiz? Birbirimizi öldürmeye başlamayız asla. Siz ne dersiniz? Sinek tek tek arkadaşlarına baktı. “Günün birinde karasinekler birbirlerine saldırmaya başlayıp içlerinde yaşadıkları evleri bombalasalar, insanlar ne biçim şaşırırdı, öyle değil mi? (Björgvinsdottir, 46)

 

Şifanın bizzat kendisi: Tarık ve Beyaz Karga

BM Mülteciler Yüksek Komiserliği ile Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneğinin ortak çalışması ile yayımlanan bu eserin yazarı “Kutup Yıldızı Kolektifi” adı altında bir araya gelen on mülteci çocuk. Tarık ve ailesinin, kara bulut çöreklendiği için çıkmak zorunda kaldıkları çok sevdikleri adası ile onlara yol gösteren beyaz bir karganın hüzünlü öyküsü ile karşılaşır okur.

İlk sayfada adadaki yaşantıları anlatılırken; “kimseye ihtiyaçları yoktu.” der yazarlarımız Ama bir sabah yusyuvarlak bir güneş yüzünü göstermez onun yerine kapkaranlık bir bulut gelip adanın üstüne adeta demir atar. Yağmur günlerce eksilmez.”[5] diye devam ederler.[6] Ada halkı başlarına gelen bu kötü durumdan kurtulmak için bütün yolları denerler. Sonuç alamayınca en son çare olarak yeni bir yer aramak zorunda kalırlar.[7]

Ailesini arkada bırakıp yeni bir ada aramak için babası ile yola çıkan Tarık, çok sevdiği flütünü bırakmak zorunda kalır. Her yolculukta arkada çok sevdiğimiz bir şeylerin kaldığını illa ki hissederiz. Tekneye konarak Tarık ve babasına yol gösteren Beyaz Karga girer hikâyeye. Beyaz Karga’nın rehberliğinde bir adaya varırlar. Bu adanın sakinleri Tarık ve babasını güzel karşılayan iyi insanlar olmalarına rağmen hiç gülmeyen, başları ağrıyan kişilerdir.

Bu adada yalnız kalma ve dışlanma duygusunu Tarık ve renginden ötürü diğer kargalara benzemeyen Beyaz Karga aracılığı ile hissederiz. Tarık ve Beyaz Karga’nın arkadaşlığına babasının yaptığı flüt renk katar. Tarık ve Beyaz Karga flütle müzik yapmaya başlarlar. Sesi duyan insanlar etraflarına toplanır ve eğlenmeye başlar. Tarık bu adada insanların başının ağrımasına sebep olan şeyin müziğin eksikliği olduğunu anlar. Adaya fayda sağlamış, insanları güldürmüş birisi olarak kendisini iyi hisseder ve o günden sonra adada birçok arkadaş edinir. Yeni adalarında artık mutlu olsalar da elbet eski adalarına bir gün döneceklerini belirtmeyi unutmaz yazarlarımız. Mülteci çocukların oluşturduğu bu hikâyede, eski ve yeni yaşantısı arasındaki bağ müzikle kurulur.  

Francesca Sanna’dan Yolculuk

Savaşın hayatları sonsuza kadar değiştireceği hissini vererek başlar Yolculuk. Savaşı arakada bırakan ve göç için çıkılan bir yol hikâyesi anlatılır. Aktif okuyucu yolda korkuyla, merakla masallar anlatırken bulur kendisini: “Yol boyunca teknedekilerle birbirimize masallar anlattık. Öyle perili prensesli masallar değildi ama… Denizin altından saklanan ve teknemiz ters döndüğünde bizi yemeyi bekleyen korkunç ve tehlikeli canavarlar vardı bu masallarda.” Bu alıntı, çocuk edebiyatının neden bu konuları işlemesinin olağan bir sonuç olduğunun da bir göstergesi. Edebiyatın günümüz gerçekliğini yok saymasını beklemek hem edebiyata hem okuyuculara haksızlıktır.

 

Maya Mizuno- Vonne Hemels, Kayıktaki Çocuk;

Einfühlung teorisini gerçekleştiren başarılı eserlerden bir tanesi Kayıktaki Çocuk. Herkes gibi bir hayatı olan Ahmet günlerden bir gün “ülkesinde istenmeyen şeyler” olması sebebiyle oyuncak bebeğini de alarak bir kayığa atlar, kendisine kalacak yeni bir yer arar. Gözleri yaşlı, kalbi kırık ama içi umutla dolu kayığı tam sekiz ülkenin kıyısına vurur, sekiz ülkede de ayrı bir çocukla arkadaş olur; aralarındaki farklılıklar anlaşmalarına engel olmaz. Lakin ne zaman Ahmet bu ülkede kalıp kalamayacağını sorsa ülkenin yasaları, tavırları buna engel olur. Kendisine bir yer bulamadan, denizin ortasında küçücük kayığında uyuyakalır bir gece vakti. Diğer çocuklarsa Ahmet’in halini dert eder. Çocukların dertlendiğini gören “Dolunay anne”  gökyüzünde belirir ve yanına çağırır çocukları. Dolunayın üstünden dünyaya bakan çocuklar gördükleri karşısında hayret ederler: “Sınırlar yok, tüm dünya hepimizin!” Bu hikâyenin bize kazandırdığı benlik şu soruyu sorar: “Peki, o zaman bu sınırları kim çizdi, ülkesinden başka yerde neden fazlalık oluyor insanlar?” Bir diğer kimliğimiz Juju cevap verir:  "İnsanlar dünyayı paylaşmışlar, payımıza düşen yere ülke diyormuşuz." (Mizuno, 6) Hikâyede kendisini Ahmet’in yerine koyan çocuk, Ahmet’e haksızlık yapıldığını, evine olanlarda onun bir suçu olmadığını, bir başına evsiz kalmanın çok zor, tehlikeli ve kalp kırıcı olduğunu hisseder. Daha ileri giderek Ahmet’e odalarında bir yer açarlar.

 

Sonuç

Daha birçok eser var şifa dolabında. Başarılı anlatılan her hikâyenin de hissettirdiği bir duygu var. Ama bizim, savaşın yeterince zarar verdiği dünyamızda her duyguyu büyütebilecek halimiz var mı? Bazı kitaplar çocuklara “savaşın yıkıcılığını” vermek yerine savaşta bir taraf tutup o tarafın kahramanlığını vermeyi tercih ediyor, böylece acıyı tek tarafınmış gibi sunup kahramanlığın doğurduğu savaşçı zihniyeti pekiştiriyor. Bu tip kitaplara da birçok örnek verilebilir.

Rafımızdaki şifalı kitaplarımızdan bir kısmını tanıttık. Peki, bu şifaların yaraya merhem olması için nasıl kullanılması gerekir? Bu noktada edebiyatın yaratıcı drama ve masal anlatıcılığının gücünden yararlanması faydalı olacaktır. Çünkü önyargı duvarlarını yıkmadan ne okuduğumuz ne de dinlediğimiz karşısında kendimiz olmaktan çıkıp bir diğeri ile buluşamayız. Önyargıları kırmanın en güzel hali ise oyun halidir, o sebeple çocuğu drama ile ait olduğu oyun haline döndürdükten sonra hikâyeyi anlatmalıyız. Bu sebeple “Suriyeli bir çocuk şunları şunları yaşadı.” diye didaktik bir üslupla anlatmak yerine; “Bir varmış bir yokmuş zamanın birinde hurma bahçelerinin arasında yaşayan bir Ahmet varmış.” diye anlatarak öyküye girmesi, empati kurması sağlanmalıdır. Kendisini –mışlı dünyanın büyülü gerçekliğine bırakan çocuğun Ahmet’le hemhal olması ve yolculuğa çıkması daha kolaydır çünkü. Yolculuk bitince Ahmet’i anlayan ve ona yer aramak isteyen bir çocuk olacaktır. Öğrenilmiş yargılardan uzak, sadece bir çocuk... Bu sebeple zor zamanlar için iyi ki hassas kitaplar var.

 

Kaynakça

Anar, Turgay. “Edebiyat Eserini anlamak ve Yorumlamak İçin Farklı Bir Yöntem: Einfühlung Teorisi.” Türk Dili ve

Edebiyatı Dergisi, Cilt/Sayı: XLVIII.

Anar, Turgay.Einfühlung Teorisi Açısından Ziya Osman Saba’nın Şiirlerinin İncelenmesi.” FSM İlmi Araştırmalar

İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi, 3.

Björgvinsdottir, Bryndis. Savaşı Bitiren Sinek. Çev. Mahir Ünsal Eriş. İstanbul: Can Çocuk, 2017.

Grumberg, Jean-Claude. Çabuksığınlar. Çev. Simla Ongan. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2016.

İplikçi, Müge. Kömür Karası Çocuk. İstanbul: Günışığı Kitaplığı, 2015.

Kıral, Gülsevin. Umut Sokağı Çocukları. İstanbul: Günışığı Kitaplığı, 2015.

Kutup Yıldızı Kolektifi. Tarık ve Beyaz Karga. Sarıgaga Yayınları, 2012.

Matthews, Laura. Balık. Çev. Mine Kazmaoğlu, İstanbul: Günışığı Kitaplığı, 2016.

Mizuno, Maya ve Vonne Hemels. Kayıktaki Çocuk, Çev. Sevde Tuba Okçu. İstanbul: Timaş Çocuk, 2017.

Sanna, Francesca. Yolculuk. Çev. Zeynep Sevde Paksu. İstanbul: Taze Kitap, 2016.

Savur, Sevda Bahar. Kömür Karası üzerine: http://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/komur-karasi-i-7807

Sezer, Çiğdem. Juju Beni Unutma. İstanbul: Bilgi Yayınevi, 2015.

Şahan, Güldem. Martı ve Savaş. Ankara: Tudem Yayınları, 2016.

Öztürk, Güzin. Kuş Olsam Evime Uçsam. Ankara: Tudem Yayınları, 2016.


[1] 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başında Almanya’da ortaya çıkan teoriye dair Turgay Anar’ın “Edebiyat Eserini Anlamak ve Yorumlamak İçin Farklı Bir Yöntem: Einfühlung Teorisi” adlı makalesi açıklayıcı niteliktedir.

[2] Proust’un madlen kurabiyesi ile kurduğu memoire involontaire gibi bu kitaplarda da, bazı karakterler bir toka ile bazısı toprak, bazısı da bisiklet ile zamanlar arası geçiş yaparak savaş öncesi günlere ve hislere sığınır yahut yüksek gürültüde bomba anına dönerler. Nesneler ve eylemler zamanlararası geçişe sebebiyet verir.

[3] Mülteci çocuk çalışmalarında denk geldiğimiz vakıalar da bu durumu destekler nitelikte; uçak geçince ve flaş patlayınca korkmaları yaralı belleğin eseridir.

[4] Bu hikâyeler gerçek anekdotlardan esinlenilmiştir; bizler de mülteci çocuklarla yaptığımız “Benim Göç Hikâyem” çalışmalarında birçok benzer hikâyeye şahit oluyoruz. Çocukların özellikle hangi konuda çizerlerse çizsinler “elma ağacı” çizmeleri ise her seferinde bu kitabı anımsatıyor. Elma ağacı birçok çocuk için savaş öncesi Suriye demek, yani “bir anda ellerinden alınmamış hayatları”.   

[5] Yazar çocukların, savaşı kapkaranlık bulutların çöküşü olarak sembolize etmeleri; mülteci çocuklarla yaptığımız projede sıkça karşılaştığımız; savaşa deprem demeleri veya yağmurlu, şimşeklerin çaktığı karanlık bir gün olarak resmetmeleri ile uyuşur.

[6] Yazar çocuklar, mültecileri muhtaç olarak gören tavra karşı rahatsızlıklarını dışarı vurmuş ve ellerinde olmadan bu duruma düştüklerini belirtmek istemiş olabilirler.

[7] Yazar çocuklar bu ifadelerle, nefret söyleminde geçen ‘’hemen kaçmışlar’’ ifadesine cevap vermek istemiş olabilirler.