Kritik

Elli Kuruş Çikolata’nın Gerçekçiliği

Orhan Kemal’in Elli Kuruş Çikolata ismiyle 2016’da yeniden basılan çocuk öykülerinin illüstrasyonlu derlemesi, çocuk kahramanın konu edindiği sekiz hikâyeden oluşmaktadır.

Orhan Kemal’in Elli Kuruş Çikolata ismiyle 2016’da yeniden basılan çocuk öykülerinin illüstrasyonlu derlemesi, çocuk kahramanın konu edindiği sekiz hikâyeden oluşmaktadır. 1942 yılından ölümüne dek öykü türünde metinler kaleme alan Kemal’in, özellikle İkinci Dünya Savaşı sırası ve sonrası toplumsal koşullarını metinlerinde öne çıkardığı ve toplumcu gerçekçi bir kanattan Türkçe edebiyatta eserler verdiği görülür. Dönemin toplumsal koşullarının Kemal’in metinlerinde sefalet, açlık, yoksulluk, toplum içinde kenarda kalmışlık ve birçok eleştirmen tarafından söylenegeldiği şekliyle “küçük adamların” hayatları şekliyle tezahür ettiği gözlemlenebilmektedir. Yazarın aslında çocuk okuyucuyu direkt olarak hedef almadığı ancak çocuk okuru hesaba katarak kaleme aldığı öykülerinde de aynı yönelimin izlerini görmek mümkündür. Elli Kuruş Çikolata’daki öyküler hayatta kalma kavgasına çocuk bedenleri ve zihinleriyle dâhil olmuş kahramanların hâlen saçmayı sürdürdükleri “ışığı” gözler önüne serer.

Kemal’in bu derlemede yer alan sekiz öyküsünde iki ayrı kanala rastlamak mümkündür: İlki, para kazanma mücadelesine bizzat kendileri girişmiş çocukların etrafında geliştirilmiş olanlardır. Bu grupta yer alan “Elli Kuruş”, “Sevinç” ve “Çocuk” öykülerinde büyük şehir atmosferinin sokaklar ve vapurlar gibi kamusal alanlarında geçim derdine düşmüş çocuk kahramanlar, bir çeşit hakkıyla kazanma ahlakı odağında öyküde varlıklarını gösterirler. Bu öykülerde kahramanlar “ister lapa lapa kar, ister şarıl şarıl yağmur yağsın, isterse de bütün gecenin ayazından karlar dona kesmiş olsun, sabahın beş buçuğunda karanlıkları ürperten ses”leriyle (Orhan Kemal 7) kazanç kavgasına dâhil olurlar. Bu çocuk kahramanların geçim sıkıntısı çeken ailelerin çocukları olduğu anlatıcı tarafından her öyküde özellikle vurgulanır, anlatıcı çocuk kahramanın zihninin gerisinde onu bu kazanma kavgasına iteni okurla paylaşıp diyalojik bir ton yaratır. Bu diyalojik tonda Bakhtin’in Dostoyevski üzerine incelemelerinde ifade ettiği gibi “her şey bizatihi kahramana yönelmeli, ona dönmelidir, her şey kendisini gerçekten mevcut birine dair bir söylem olarak, ‘üçüncü’ değil ama ‘ikinci’ bir kişinin sözü olarak hissettirmelidir” (118). Bahsi geçen bu “ikinci” tonun varlığıyla Orhan Kemal, kahramanlarını anlayabilen, onların bakış açısından bir söylem geliştirmeyi başarabilen bir anlatıcı varlığına işaret eder. Bu bakış açısı aynı zamanda Lukacs’ın eleştirel ve toplumcu gerçekçilik olarak ayırdığı iki farklı gerçekçiliğin (95) Orhan Kemal için kahramanına dışarıdan bakmakla kalmayıp onun iç gerçekliğini de yansıtmayı seçen bir toplumcu gerçekçi kanalda sürdüğünü kanıtlar. Kahramanları çocuk da olsa onlarla bir uzlaşma içinde gibidir anlatıcı; “Çaresiz, okulu beşten bırakıp annesiyle haminnesinin kazançlarına bir şeyler katabilmek, hiç olmazsa üç yaş küçüğüyle kendisinin okul masraflarını çıkarabilmek yolunu” (Orhan Kemal 8) tutmak okura bir çeşit meşrulaştırma içerisinde sunulur. Bu meşrulukta kimi zaman çocukların kendilerini içinde tutmak zorunda kaldıkları bir kayıtsızlık ve inançsızlık hali hâkimdir, onlar yaşamın gerçeklerini kabul etme zorunluluğunun ardından bu yola çıkmışlardır ve bu yolda gerçekleri artık canlarını acıtmamaktadır: “Babam rakıcının biri, annem de... Hadi tosla yirmi beşliği!” (57). Başlarına çocuk yaşlarında gelmiş olan zorlukların bilincindedir bu kahramanlar ve bu bilinçle hakkıyla kazanmayı da gözeten, aslında erdemli zihinlerin sahipleridir. Yalnızca “sevimlilikleri”, “güzellikleri”, “ışıldayan aydınlık gözleri” sebebiyle kendilerine hakları olmayan paraların verilmesini kabul etmeyecek kadar onurludurlar; “Sahi mi? Elli kuruş mu vereceksin bana? Niçin bana kimse bu kadar çok para vermez..” (58), “Karşılığında ne isteyeceksiniz...”(12) “Fazladan bırakılan yüz kuruş fenasına gidiyordu. Hakkı değildi ki. Namussuzluk yahut hırsızlık gibi geldi. Keşke vermeseydi”(90) gibi sorgulamaların ucunun kimi yerlerde “Önceki beş lirayla sonraki on lirayı kaptı, suratına fırlattı: Alçak!” (92) gibi tepkilere dönüştüğü de görülür. Orhan Kemal’in bu öykülerdeki anlatıcısı da tıpkı romanlarında olduğu gibi kendini görünür kılmak yerine geri çekilip kahramanları konuşturmayı seven bir anlatıcı pozisyonundadır. Berna Moran’a göre Orhan Kemal “öyküyü ‘anlatma’ yerine ‘gösterme’ yolunu yeğlemiş demektir” ve Kemal’in kendi sözlerinden aktardığı biçimiyle aradan çekilerek okuyucuyu anlattığı şeylerle baş başa bırakıyordur (55).  Hem çarpıcılığı sağlaması hem de çocuk okurlara aktarmacı bir üsluptan kaçınarak göstermeyi tercih etmesi açısından bu nokta önemlidir. Çocuklar kimi zaman çocuksu kimi zaman büyümüş de küçülmüş halleriyle oradadırlar ve okur bunu kahramanların kendi sesinden duyarak onlarla arasında bir bağ kurabilme şansına erişir. Çocukların muhatap oldukları bir erkek kahraman, üç öyküde de onlara aynı sebeplerle, benzer şekillerde yaklaşır ve çocuk kahramanlarla aralarında geçen diyaloglar benzer biçimde sonlanır: onurlu biçimde yaşamak, alnının teriyle kazanmak ve hakkı ne ise onu istemek. Erkek ve orta yaşlı olduğu betimlenen kahramanlar ise bu hikâyelerde çocukların bu tavırlarının görülmesini imkânlı kılacak konuşmaları yapma, onlara koşulsuz yardım etme ve kazançlarını bağışladıkları parayla iyileştirme gibi işlevler için var edilmişlerdir. Çocuk kahramanların doğru olanı ortaya koyuş biçimlerini, okura ders çıkarma ve örnek bir davranışı destekleme ihtimalini Kemal’in bu işlevsel kahraman ve diyaloglarla gerçekleştirdiği bu üç öyküde açık biçimde görülür.

İkinci grupta değerlendirilebilecek öyküler, kahramanlarına ailelerin de dâhil edildiği ve yaşam mücadelesinin birlikte gerçekleştirildiği toplumun güç sembolü otoritelerle çatışan bireylerinin öne çıktığı metinlerdir. “Streptomycine” bir annenin çocuk yaşta olmayan evladının çaresiz hastalığına derman olabilecek bir ilacı hem maddi hem manevi bir açlık sebebiyle satmasına dayanır. Açlığın ve sefaletin insanların önceliklerini ne kadar değiştirdiği ve kutsal sayılabilecek annelik, merhamet gibi duyguların dahi geri planda kalabileceği bir çarpıcılık hakimdir bu öyküye. Bambaşka bir bakış açısından tüm çıplaklığıyla sefaletin bireyler üzerindeki etkisinin değerlendirildiği bu öyküde de Orhan Kemal’in toplumcu gerçekçi tavrı toplumun üst kurumlarıyla girişilen kirli bir dalaşla ortaya konmuştur. İlacı kendisi alamayan çocuğa annesinin tavrı bile serttir: “Senin gibi aptalları öyle aldatıp sepetlerler. Ben sana bağır çağır söv say dayat demedim mi?” (21). Çok temel kişisel ihtiyaçlar uğruna hayatla, devletle, kurumlarla girişilen çekişme odağa alınmıştır. Benzer bir tutum “Kırmızı Küpeler” ve “Nermin” hikâyelerinde de görülür. Bireyin üzerindeki otoritenin aile ve sefalet üzerindeki etkisi yalın bir biçimde değerlendirilir. “Kırmızı Küpeler”de bu hal, aile içindeki bir otoritenin, babaannenin acımasız varlığı olarak tezahür eder. Sevgisizliğin, merhametsizliğin ve hor görülmenin hıncı bazen “Ormana kaçardım. Kurtlar paralarsa, oduncular sabahleyin kanlı elbise parçalarımla kemiklerimi bulurlar,”(64) dedirtecek boyuttadır çocuk yüreklere. “Nermin”de ise toplumsal normların dayattığı bir diktanın altında kendini hiç toparlayamayan, açlıkla boğuşsalar da ailenin dengelerini bozmaya yeten diyalojik tonun hâkim olduğu bir nitelik taşır: “Yıllardır kemikleri sürmedenlik olmuş dedesi, haminnesi, babası, sonra yakın akrabaları içinden bakıyor, ‘Ayıp, çok ayıp!’ diyorlardı. ‘Karını işe gönderdin ha! Bizim şerefimizi olsun düşünmedin mi?’” (77). Bu öyküdeki aile içi dinamiği, “Kırmızı Küpeler”deki evden kaçış gibi aleni biçimde yıkılmaz, sarsılır. Fakat “Kitap Satmaya Dair” hikâyesinde, çevrenin baskısıyla kitaplarını satamayıp ailesini aç bırakmaya devam etmek zorunda kalan babanın tutumu bir çeşit parçalanmanın resmini ortaya koyar. Evine girip çalışmaya giden karısının onu aldattığı fikrine kapılan baba, küçük kızını kırdığı ayna ile uyandırır, “Beni sevmiyorsunuz, ne sen ne annen... Sevmiyorsunuz beni, bana yalan söylüyorsunuz, yalan... İşsiz bir baba, işsiz bir koca sevilir mi?” (35). Bu durumla eve döndüğünde karşılaşan kadının çektiğinin maddi bir açlık olmadığını vurgular artık anlatıcı “kadın içini çekti ve açlığını bütün şiddetiyle duydu” (37). Sefaletin karşısında hırçınlaşan ve manevi açlıklara da düşen bireylerin bir yansımasıdır Orhan Kemal’in bu öykülerle temas ettiği. Benzer bir ton “Çikolata” öyküsündeki çocuk inatlaşmalarında da görülür. Durumları daha hallice olan iki kardeşin yanında kirli saçları, parasız cepleri, zihninde ölmüş annesi, durmadan çalışan ve evi dahi temizleyemeyen ablaları ve bir boşvermişlik içinde içip durup dayak atan babasıyla yoğurtçunun kızı durur bu öyküde, bir çikolatacı vitrini önünde. Kardeşlerin merhametten çok bir korkuyla içlerine yerleşmiş olan “imrendirmek günah” algısıyla cebelleştikleri görülür. Bundan kaçınmak adına yoğurtçunun kızının yanında dükkana girip çikolata alamayışlarıyla yoğurtçu kızının onları almaları için tahrik edişi, çocuksu ancak çarpıcı bir biçimde ortaya konur. Çocuklar neleri kıymetli gördülerse onunla birbirleriyle yarışırken yoğurtçunun kızının içinde gittikçe büyüyen bir “çikolata”, sevgi ve ilgi açlığı onu hırçınlaştırıp saldırganlaştırır ve sonunda istediğini elde eder, onları “imrendirme günahı”nı işlemeye mecbur bırakır. Hem bu günahın ağırlığını hem kendi açlığını duyarken çocuk kahramanın üzerinde süren, hâlen hayata karşı duyduğu derin hınçtır: “Gözlerini yumdu. Gözlerinin içinde kağıtlarından soyulup iştahla çiğnenen çikolata. Gözlerini açtı, vitrin. Gözlerini yumdu” (49). Sonunda günahını işletmiş, hıncını alamamış, gururu ve açlığı arasında gidip gelmiş bir halde kâğıtları alır ve birinin ona “çingene” demesinden korkarak kalakalır kız.  Kuytu, pis kokulu bir köşede çikolata kağıtlarını yalarken artık kendine hâkim olamayışıyla sonlanır öykü. Parası olduğu için güçlü olanla, sefaleti yüzünden zayıf olan arasındaki uçurumu “Çikolata” ve “Kitap Satmaya Dair” hikâyelerinde öne çıkaran Orhan Kemal’in açlık ve kenarda kalmış küçük insanın haline maddi ve manevi birçok açıdan değindiği; bunu yaparken de bireyin toplum ve toplumun güçlü temsilcileriyle çatıştığı görülür.

Orhan Kemal’in Elli Kuruş Çikolata derlemesinde yer alan öyküleri ile çocuk kahramanlar ve onların hikâyelerinden yola çıkarak küçük insanın toplumun kenarına itilişi çocuk zihinlerin karşılaştıklarında zorlanmayacakları bir anlatımla kaleme alınmıştır ve bu öykülere de toplumcu gerçekçi niteliği taşımıştır. Hayatın gerçekleriyle hayatın içinde cebelleşen kahramanlardan yola çıkarak çocuk okuru sefalet, açlık, insanlık gibi birçok gerçeklikle yüzyüze bırakan bu öykülerin çarpıcı ve bir o kadar da kirli gerçekçiliğinin ardında bir yerlerde ve ne olursa olsun Berna Moran’ın değindiği gibi “umudu ve aydınlığı” aramaya devam eder Orhan Kemal, ancak bu kez çocukların gözlerinde gördüğü ışıklarda.

 

Kaynakça

Bakhtin, Mihail M. Dostoyevski Poetikasının Sorunları. İstanbul: Metis Yayınları, 2004.

Lukacs, Georg. Roman Kuramı. Çev. Cem Soydemir. İstanbul: Metis Yayınları, 2003.

Moran, Berna. Türk Romanına Eleştirel Bakış II. İstanbul: İletişim Yayınları, 2002.

Orhan Kemal. Elli Kuruş Çikolata. İstanbul: Everest Yayınları, 2016.