“İsmi Lazım Değil”in adını film boyunca öğrenemeyiz. Zira ona dair herhangi bir tanımlama, en ufak bir kişileştirme onu duymanın, hikâyesini dinlemenin ve anlamanın önünü açacak ve onu öteki, yabancı olmaktan çıkaracaktır.
“İsmi Lazım Değil”in adını film boyunca öğrenemeyiz. Zira ona dair herhangi bir tanımlama, en ufak bir kişileştirme onu duymanın, hikâyesini dinlemenin ve anlamanın önünü açacak ve onu öteki, yabancı olmaktan çıkaracaktır. Halbuki Kötü Cadı başından beri sadece rolleri reddederek Lenore ile birlikte diğer kadınların da topluma ve kendilerine birer yabancı olmalarını engellemeye çalışmaktadır. Öyleyse bu noktada şunu söyleyebiliriz. Belki de en başından beri Kötü Cadı “iyi” olanın ta kendisidir. Zira, Cixous’nun da dediği gibi: Medusa lanetli değildir. Medusa sadece gülmektedir.
Kendi tecrübesizliğineymiş gibi gömülüp, kendine dair karanlıkta tutulan, aile-evlilik birliğinin fallosantrik ulu eliyle kendini küçümsemeye doğru itilmiş o coşkun, ebedi kadın nerede, gücünden utandırılmadı mı?
(Cixous 876)
Yirmi birinci yüzyıla kadar zamanımız birkaç feminist dalgayla boğuşmuş, kuirin çemberlerinden geçmiş ve yepyeni eko-eleştirel yaklaşımlarla dalgalanmaktayken artık Pamuk Prenses masalına, Külkedisi’nin ayakkabısına ya da Uyuyan Güzel’imizin bilemiyoruz kaç yıllık uykusundan bozulmamış makyajıyla uyanmasına son derece sarkastik yaklaşıyor olmamız aynı derecede normal. Bu sebepledir ki son zamanlarda bahsi geçen masalların ve daha pek çoğunun tersine bir kurguyla yeniden yazımlarıyla hem edebiyat hem de sinema dünyasında sıklıkla karşılaşıyoruz. Hatta, yeniden yazımların bazıları masalların kötü karakterlerine -mesela kötü cadılara- odaklanarak okuyucuda veya seyircide onlara dair dair empatinin önünü açıyor ve böylelikle onları mutlak kötüler olmaktan kurtarıyorlar. Bu yeni versiyonlarda, masallarımızın görece karanlık tarafına düşen ise öncelerin kahramanı şimdilerin ise hoşu fakat oldukça boşu yakışıklı prens. Geleneksel versiyonlarda dünyalar güzeli prensesimizi geçilemez geçitleri geçerek, öldürülemeyen canavarları öldürerek gelip dayandığı sınırlardan kurtardıktan sonra onu kendi sarayının sınırlarına kapatmaktan başkaca işlevi olmayan yakışıklı prens, gözümüzde eskisi kadar çekici değil. Zira mevzunun aşkla değil, fakat güçle ve iktidarla alakalı olduğu artık son derece meydanda. Ancak, yakışıklı prensimizin kaybettiği itibarı ona yeniden kazandırmak ve elbette arsızca (!) güçlenen kadını da ait olduğu yere iade etmek isteyenler de elbette pes etmiş değil. Ross Venokur’un yazıp yönettiği animasyon film Charming (2018) işte bu yapımlardan.
Charming şu sözlerle açılıyor:
Bu, dünyanın gelmiş geçmiş en ünlü prensinin hiç anlatılmamış gerçek hikâyesi. Onu tanıyorsunuz. Daima başı dertteki kızı kurtarmaya gelir. Ben onu daha iyi tanıyorum. Tek amacının her kızın prenses gibi hissetmesi olduğunu biliyorum. Onu suçlayabilir misiniz?
Macera henüz başlarken prens gerçekten de pek suçlanabilecek bir durumda değildir. Zira o sadece bir lanetin etkisindedir. Prens’in babası Kral, yıllar önce Latin prensesi kurtarmaya giderken kendisine rehberlik eden ve filmde “İsmi Lazım Değil” olarak anılan Kötü Cadı kralın kendisini değil, prensesi tercih etmesi üzerine karanlık tarafa geçmiş ve prens henüz yeni doğmuşken onu lanetlemiştir. Eğer prens 21 yaşına vardığında hâlâ daha gerçek aşkın öpücüğünü alamazsa aşk bütün krallığı terk edecektir. Üstelik gerçek aşkın öpücüğüne ulaşmak prensimiz için sanıldığından çok daha zor olur; çünkü krallığın iyilik perisi yakışıklılık ve iyilik tozunu yeni doğmuş olan prense serpmeye geldiğinde kötü (ama çok kötü) cadı iyilik perisinin elini kaydırıverir ve prens olması gerektiğinden katlarca daha yakışıklı bir bedenle yaşamak zorunda kalır. Artık tek gülüşüyle bütün kadınları kendine aşık edecek, böylece aralarından hangisinin gerçek aşkı olduğunu asla bilemeyecektir. Üstelik eşlerini tek tek prensin gülüşüne kaybeden erkeklerin büyük düşmanlığını da kazanınca durum iyice karmaşık hâle gelir. Artık krallık büyük tehlike altındadır. Yirmi bir yaşına üç gün kala hâlâ gerçek aşkını bulamayan prens, hem lanetin karanlığını hem de soyunu devam ettiremediği için krallığın sonunu peşinden sürüklemektedir. Kral buna daha fazla seyirci kalamaz. Gerçek aşkının Pamuk Prenses mi, Külkedisi mi yoksa Uyuyan Güzel mi olduğuna karar verebilmesi için zorlu yolculuğa çıkıp olgunlaşmak üzere oğlu Yakışıklı Prens Philip’i saraydan kapı dışarı eder. Ancak Philip bırakın geçilemez geçitleri geçip, sağ çıkılamaz yerlerden sağ çıkmayı daha sarayın güvenli sınırlarından bile doğru dürüst çıkmış değildir. Tek başına bu yolculuğu atlatabilme imkânı ancak kötü cadının vicdana gelip laneti bozması kadar ihtimal dışıdır. Bu noktada devreye Lenore Quinonez girer.
Lenore, prensin tam tersine güvenli sınırlarda değil, açık denizde doğmuştur ve tek amacı hayatta kalmaktır. Bu sebeple hem tehlikeyle boğuşmayı hem de yeri geldiğinde ondan son derece süratle kaçmayı daha küçük yaşlarından itibaren öğrenir. Geçimini ise krallığın hazinesine ait araçlara pusu kurup oradan çaldıklarıyla sağlar. Bu aykırı yaşam biçiminde “güven” Lenore için oldukça yabancı kavramdır. Kalbini, -kötü cadının da dehşetle fark edeceği gibi- açılması neredeyse imkânsız bir kutuya kapamış, aşka yabancılaşmıştır. Lenore, bir gün muhafızlara yakalanınca da ona iki seçenek sunulur: Ya hapsedilecek ya da Ateş Dağı’na olan yolculuğunda Yakışıklı Prens’e eşlik ve rehberlik edecektir. Karşılığında da, eğer sağ çıkarlarsa, ağırlığınca altın ona ödül olarak verilecektir. Lenore hayatının fırsatını derhal kabul eder. Ancak neredeyse her duvarda kendi fotoğrafı üzerinde “ARANIYOR” ilanlarıyla vardır. Bu sebeple, tanınmamak için erkek kılığına girerek kendisinin bir kadın olduğundan habersiz Prens ile tehlikeli yolculuğa çıkar.
Her ne kadar bu yolculuğa Prens için çıkılsa da burada esas değişimi yaşayacak olan Lenore’un kendisidir. İzlediğimiz aslında “dünyanın gelmiş geçmiş en ünlü prensinin hiç anlatılmamış gerçek hikâyesi” değil, aykırı bir kadının ehlileştirilmesinin ve efendilerin sarayda özenle hazırlamış olduğu kalıplara uyum sürecinin çok uzun sürelerdir anlatılagelen hikâyelerinden biridir. Lenore tekinsizdir. Sınırların ve tanımların dışındadır. Bu noktada, “güven” hem hikâyenin görünen akışında hem de alt metninde kilit bir kavram olarak çıkar karşımıza. Lenore açık denizde mücadele ederken kendini güven duygusu oluşturabilecek her türlü iletişime kapar. Bu sebeple, Yakışıklı Prens’in gülüşüne diğer kadınlar gibi kolayca kapılmaz. Bu durum Kötü Cadı’yı korkutur; çünkü eğer Lenore prense bir lanetin etkisiyle kapılmazsa ilerleyen süreçte ona “gerçek” aşkın öpücüğünü verebilecek tehlikeli potansiyele de sahip demektir. Ancak Lenore tahmin etmesi zor olmayacağı üzere Yakışıklı Prens’e güven duymaya ve ona yakınlaşmaya başlar. Prense âşık olmadan önceki hâlinden, yani kendinden yavaş yavaş utanç duymaya başlamıştır. Bu aynı zamanda kendi kendine ve tıpkı açık denizdeki gibi herhangi birinin sınıra dahil olmadan yaşama yetisine sahip kadının gücünden utanmaya başladığı zamandır. Lenore’un yolculuğun sonlarına doğru şiddetle hissettiği eksiklik, nihayetinde onu ancak prensin tamamlayacağı fikrine doğru evrilir. Lenore bir eşi -ve sonda da göreceğimiz üzere bir çocuğu- yokken tam olmadığına inanmaya başlar. Lenore’un Yakışıklı Prens’ten önce kendi başına yaşama biçimi küçümsenerek tüm bu mücadele paraya duyduğu doyumsuz bir arzuya denk hâle getirilir. Bu noktada “doğru” kararları verip Lenore’u arzularına kapılmaktan (ve hatta arzulamaktan) alıkoyan ise her nasılsa birdenbire Lenore’a “yanlış”larını gösterip onu yönlendirecek ve hatta nihayetinde hayatını da kurtaracak kadar olgunlaşan Yakışıklı Prens’tir. Sonunda Yakışıklı Prens de hikâyeleriyle film boyunca sürekli dalga geçilen Pamuk Prenses’i, Külkedisi’ni ya da Uyuyan Güzel’i değil, Ateş Dağı’na ulaşıp da saçlarını kapatan şapkasını ve takma bıyığını çıkaran ve dönüştürülme potansiyeli oldukça çekici duran Lenore’u kendisine eş olarak seçer.[1] Bu noktada her ne kadar ilk bakışta masalların geleneksel akışı kırılıyor gibi görünse de Charming kadınlığa dair aşina olduğumuz geleneksel anlatılardan çok da farklı değildir. Prens bu sefer prensesi kuleden kurtarmaz. Onu bu sefer sınırsızlıktan, aykırılıktan, kendince ve kendi gibi yaşamaktan ve sahip olduğu tüm o güçten kurtarır(!). Öyle ya, evvelden beridir bu aykırı yaşam(lar)ın güvenli (!) sınırlara çekilmesi elzem ve katidir. Lenore prense güven duymaya başladığı anda feragat etmeye başladığı da kendi kişiliği olur. Bir kez daha şaşırtmayarak güven (ya da aşk), kadının kabul edilemez varoluşunun dışında bulunduğu sınırlara onu geri çekecek “fallosantrik ulu el”in adı olarak çıkar karşımıza.
Bu noktada “İsmi Lazım Değil” ile Lenore arasındaki fiziksel benzerlikten (hatta tıpatıplıktan) bahsetmek gerek. Kötü Cadı fiziksel olarak yalnızca Lenore’un siyahlara bürünmüş hâli gibidir. Üstelik Kral ile Prens’in yolculuk hikâyelerinin arasındaki benzerlik de bu noktada dikkat çeker. Kral da tıpkı oğlu gibi ve Lenore’a çok benzeyen bir rehber ile -ki bu Kötü Cadının ta kendisidir- yola çıkar. Fakat, yolculuğun sonunda oğlu gibi rehberi değil, Latin prensesi eş olarak seçecektir. Peki neden? Çok belli ki sonradan tamamen karanlık tarafa evrilecek olan Kötü Cadı bir kadından beklenen dönüşümleri geçirmemiş, kendinden feragat etmemiş, nihayetinde prensesliğe de layık olamamıştır. “İsmi Lazım Değil” karanlıktadır, lanetlidir ve korkunçtur. Öyleyse bu yolculukta Lenore’un önünde sadece iki ihtimalin var olduğu söylenebilir: Ya kadına ondan çok daha önce giydirilmiş bir mite kendini sığdıracak ve “güvenli” tarafa geçecektir, ya da karanlığın ve lanetin kendisine dönüşerek Medusa’laşacaktır. Ya mutlak “iyi” olacaktır ya da mutlak “kötü”. Fakat burada sormak lazım: “İsmi Lazım Değil” gerçekten bu kadar kötü müdür? Kötü Cadı film boyunca yalnızca Prens’in herhangi bir kadını kendi sınırlarına çekmesine engel olmaya ve bu uyum sürecine pembesini katan aşkı yeryüzünden sonsuza kadar kaldırmaya çalışır. Lenore Kötü Cadı’nın öldürdüğü prensi öpüp onu yeniden dirilttiğinde, yani kendine biçilen rolü en sonunda tamamen kabul ettiğinde, “İsmi Lazım Değil” bu savaşı kaybetmiş olur. Lenore’un filmin başında “ARANIYOR” ilanıyla çerçevelenmiş fotoğrafı filmin en sonunda prensle ve henüz doğmamış bebeğiyle birlikte çekilen ve altın kaplama çerçeveyle çevrilen bir fotoğrafa evrilir.
“İsmi Lazım Değil”in adını film boyunca öğrenemeyiz. Zira ona dair herhangi bir tanımlama, en ufak bir kişileştirme onu duymanın, hikâyesini dinlemenin ve anlamanın önünü açacak ve onu öteki, yabancı olmaktan çıkaracaktır. Halbuki Kötü Cadı başından beri sadece rolleri reddederek Lenore ile birlikte diğer kadınların da topluma ve kendilerine birer yabancı olmalarını engellemeye çalışmaktadır. Öyleyse bu noktada şunu söyleyebiliriz. Belki de en başından beri Kötü Cadı “iyi” olanın ta kendisidir. Zira, Cixous’nun da dediği gibi: Medusa lanetli değildir. Medusa sadece gülmektedir.
Kaynakça
Cixous, Hélène. “The Laugh of Medusa.” Signs 1 (1976): 875-93.
Venokur, Ross. Yön. Charming. Amerika: 3QU Media, 2018.
[1] Bu noktada sorulabilir: Acaba Philip Lenore’un kadın olduğunu anladığı anda mı ona aşık oldu, yoksa yol boyunca erkek sandığı Lenore’a karşı süreç içinde de bir yakınlaşma hissediyor muydu?